Tahir Bey'in Mehterhane Vakaları

Tahir Bey'in Mehterhane Vakaları

Karamürselli Tahir Beyi üstat  Refi Cevad Ulunay “Sayılı Fırtınalar” isimli kitabında yazdı, Bolayır Yayınevi yayınladı. 4. baskıdan ilgili kısımlar aşağıya alınmıştır.

 

MEHTERHANE VAKALARI

Takvimlerde nasıl, kırlangıç fırtınası, ayondan fırtınası, çaylak fırtınası gibi sayılı fırtınalar varsa, İstanbul”da da o devirde üç sınıf sayılı fırtına vardı:

 1-Külhan beyler,

 2-Tulumbacı kabadayıları,

 3-Efendi  kabadayılar.

    Külhanbeyler makbul sayılmazdı. Hatta kabadayılar birini küçültmek isterse: (Külhanbey)  derlerdi. Bunlar, başlarına sıfır kalıp siyah  fes giyerler, sırtlarına altından sakız kuşağı görünen camadanvari yelek, yardan ayrıldım biçiminde yakası  büzmeli siyah gömlek, bacaklarına bol paçalı pantolon, ayaklarına da arkası basık yumurta ökçeli kundura giyerlerdi.

     Tulumbacı kabadayılarının bütün kabadayılık tezahüratı, tulumbacılık  sahasına münhasırdı, onlar kendi alemlerinde  yaşardı.

Bunlardan başka bir de Rum kabadayıları vardı.  Bunlar kabadayıdan ziyade vurucu, kırıcı kasa hırsızları idi. Her şeyden evvel namuslu adam olmak iddiasında olan şehir kabadayılarına bu güruhu  karşılaştırmak doğru değildir.

Hapishane vak”alarına  bir girizgah olmak için Karamursallı* Tahir”le Aksaraylı meşhur Kadayıfçı Ali vak”asını anlatalım.

Tahir, o zaman şimdiki gibi kırçıl, göbekli,olgun ve durgun bir adam değildi. Geniş omuzlu, geniş göğüslü, adaleleri kuvvetli, gözü pek bir gençti. Tıbbiye Mektebine girmiş, pek tabii olarak yarıda bırakmış,çıkmıştı. Hali vakti  kadar gücü kuvveti  de yerinde olduğu için yavaş yavaş kabadayılık muhiti onu çekti, içine aldı.

 

Tahir”in söylenen vak”alarından biri Kadayıfçı Ali”nin  oğlu Hamdi ile dövüşüdür.

O zaman Yorgi”nin kahvesine çıkarlarmış. Bir akşam kahvede Kargo ile Fresko isminde iki Rum, Tahir”e o akşam bir iki kadeh çakmak için kendilerini meyhaneye götürmesini rica ederler.  Tahir  kabul eder...Meyhaneye giderlerken (Musalla) ya geldikleri  zaman Kadayıfçı Ali”nin oğlu, hiç yoktan yanlarına sokulur, Tahir”e taarruz eder.

Tahir mukabele etmek ister, Hamdi, hemen elini kaldırır, içinde ustura olan bu el bir tokat gibi Tahir”in  yüzüne iner.  Tahir  tehlikeyi anlayıncaya kadar ustura onun sol yanağını ağız hizası ile doğrar, Tahir  kendini geri atar, belinden ufak bıçağını çeker, karşılıklı vuruşmaya başlarlar.

Neticede Hamdi on sekiz yerinden yaralı olduğu halde yere  yatar, ikisini de  hastaneye kaldırırlar. Hamdi”nin ölümden kurtulması  bütün doktorları hayrete düşürmüş.

Babası  Kadayıfçı Ali :

  -Oğlumun  ciğerleri görünüyor!

Diye dövünürmüş.

Kavgadan sonra  Tahir  tevkif edilerek Mehterhaneyi boylar. Yaralı olduğu için hastaneye yatırılır.

  O esnada meşhur kasa hırsızlarından Kefalonyalı  İspiro da, Acemlerle dövüşerek yaralandığı için onu da Mehterhane hastanesine getirirler.  Bu tarihte hapishane müdürü  Rıza Beymiş... Bu adamın sopaya istinat eden idaresi hala söylenir.

Tahir”in bulunduğu yerde Kambur Cemal’i  öldüren ve yine yaralı olduğu için  hastanede tedavi edilen Yeni bahçeli   Lütfi de varmış. Kadayıfçı  Ali”nin  hapishanede elleri var, Lütfi”nin de  düşmanları var.

İkisi derhal ittifak  ederler,  fakat ellerinde silah bulunmaması, bunları  düşündürür.

Tahir :

 - Lütfi! der, eğer ufak bir bıçak olsun edinmezsek  seni de, beni de harcarlar.

Lütfi :

 - İmkanı  yok, Tahir bey bıçağı nereden bulacağız!

Tahir :

 - Senin aklın ermez.  Altın anahtar  her kapıyı açar.

Ertesi gün Mehterhanenin  hastalar ağası Mustafa Efendiyi

çağırır :

 - Mustafa Efendi, benim sana bir ricam var.

 - Nedir Tahir Bey?.. Bir şikayetin mi  var? Elimizden geleni yapıyoruz.

 -  Hiçbir şikayetim yok.  Fakat biliyorsun, Kadayıfçının burada çok adamı var.

 -  Onlardan mı  çekiniyorsun?

 - Haksız  mıyım?  Ali”nin  oğlu hala ölümle pençeleşiyor. Babası  intikam almak istemez mi?

 -  Burada size ne yapabilir?

 - Her şeyi  yapar? Mustafa  Efendi, Mehterhanenin iç yüzünü hepimi

-  Mahpusların silahlı olmalarının ehemmiyeti yoktur, hepsi Rıza Beyden çekinirler.

-  Kabul ediyorum ama, insanın Kadayıfçı  Ali gibi düşmanı olursa yalnız Rıza Beyin idaresine  güvenmemeli, birazda kendine güvenmeli.

-   Haklısın Tahir  Bey... Ben sana ne yapabilirim?

- Açıkça söyleyeyim :   Mustafa Efendi, bana bir silah tedarik edeceksin.

Mustafa Efendi :

-   Aman Tahir  Bey...dedi, bunu,  benden nasıl  istiyorsun?

-   Valla  amanı, zamanı yok.

-   Bunu nasıl yapabilirim?

-   Orasını da bilmem. Ben sana beş tane çil altın vereceğim.  Nasıl?  İşine gelir mi?

O zaman ayda sekiz lira geliri olan evine iç  güveyisi damat  alırdı. Beş lira ufak görülmeyecek  para idi.  Mustafa Efendi, yutkundu.

-   Tahir Bey, ben seni severim. Fakat başımdan da korkarım.

-   Neden korkuyorsun?  Bunu seninle  benden başka kimse bilemez.

-   Ya çakılırsa...

-   Çakılırsa ben bu silahı bana hastalar ağası Mustafa Efendi verdi  der miyim? Bunu diyecek yaradılışta bir adam mıyım? Sen benim babamı da tanırsın, büyük babam Tahir Paşayı da tanırsın.

-   Tabii tanırım.

-   Farz edelim ki  çakıldı,senide buradan  kovdular.

-   Çoluk çocuğum var ,mahvolurum.

-   Bir şey olmazsın. Seni evvel Allah büyük  babanın çiftliğine müdür yaparım. Fakat, kimsenin anlamasına imkan yoktur, müsterih ol.   Biz mezara, bu sır mezada.

-  Ben de öyle zannediyorum.

-  O halde kabul mü?

-  Ne yapalım?  Seni göz göre   öldürtecek değiliz ya...    

-  Değil mi  ya?

Tahir, bir  nefes aldı, hemen elini cebine  attı, altınları çıkardı.

-   Al Mustafa  Efendi, işte sana beş lira.

Mustafa Efendi paraları aldı, yeleğin cebine  koydu.

Mustafa Efendi  o akşam hastahaneye  geldi.  Tahir”e  bir göz işareti yaptı. Tahir de Lütfi’yi  yanından uzaklaştırdı...

-  Tahir Bey, istediğini getirdim.

-  Ver bakayım.

Mustafa Efendi, ceketinin cebinden  bir karış boyunda  kağıda sarılı  bir paket çıkardı, açtı, bu, geyik  boynuzu saplı çifte anahtar

( Şefiyeld)  marka  bir sustalı çakı idi.  Sapındaki yaya dokununca  saptan çakının ağzı çıkıyor, yaya ikinci bir dokunuşla  bıçağın hepsi uzanıyordu.  Tahir, elindeki bu pırıl pırıl  silaha bakıyor,  bakarken sargılar içinde olan yüzünde müsterih bir hava dolaşıyordu.  Hemen sustalıyı iç cebine attı.

-  Teşekkür ederim, Mustafa Efendi, dedi.  Şimdi buyursunlar bakalım.

Ondan sonra  yeleğinin cebinden bir lira daha çıkardı.

Mustafa  Efendiye uzatarak:

-  Mustafa Efendi. Şunu da al. Çocuklara şeker alırsın.

Dedi.  Mustafa Efendi:

-   Fazla veriyorsun  Tahir Bey! dedi

-   Al efendim  al...  Sana ağarlığınca  altın versem yine bu iyiliğini unutmam.

-  Eksik olma beyim.

Mustafa Efendi gittikten sonra hemen Lütfi  geldi:

- Ne haber  Tahir Bey?

-  Oldu... Şimdi bütün Mehterhane üzerime saldırsa  ehemmiyeti yok.

Mehterhanenin  hastane koğuşu,  şair  ( Dante )nin cehennemi tarif ederken, “buraya girenler bütün ümitlerinden tecerrüt  ederler” mealindeki  yazısına benziyordu.  Ölümle pençeleşen yaralıların iniltileri, ölmek için ( morthane )  denilen yere götürülüp ölmeyince dehşetten haykıranların feryatları, kara sevda getiren  delilerin sabahlara kadar attıkları naralar, Tahir”e gece uykularını haram etmişti. Bir yandan  da yüzüne yediği  ustura darbelerinin  ıstırabı asabını bozuyordu.

Bütün bunlara ilave olarak bir de kasa hırsızı İspiro  vardı.

Mehterhane  hastahanesinin pencereleri tersane kısmına olduğu için İspiro  pencereden tersanedeki  Rumlarla  bağıra  bağıra  konuşuyordu. Bu  karşılıklı sohbet saatlerce devam ediyor, hastaları perişan ediyordu. Fakat İspiro’ya  ihtar  etmek kimin haddine düşmüştü?  İspiro, hem  Mehterhane, hem de tersane kısmında herkesi yıldırmıştı, onun hakkından yalnız hapishane müdürü Rıza Bey  geliyordu. Evvelce İspiro  uzun bir mahkumiyetle  hapishaneye düştüğü zaman,  tünel kazmak suretiyle kaçmak istemiş. Firarı haber alan müdür Rıza Bey, gardiyanlardan hiç birinin tünele girmeye cesaret edemediğini görünce, İspiro”yu

takip eylemek üzere soyunmuş, tünele girmiş, sürüne sürüne  İspiro”ya  yetişmiş.

-  Ulan İspiro!  Yakalandın, geriye gel!

İhtarına İspiro:

-  Ne geleceğim? Git işine vire...

Diyerek çıkılacak yerin zayıf torağına bir an evvel erişmeğe çalışmış. Rıza Bey:

-  İspiro! Ben senin yakanı bırakmam,geri gel.

Dedikçe İspiro:

-  Çok uğraşma. Şimdi toprak çökecek... ikimizde altında kalacağız.

Biri önde, öteki  arkada yer altında cereyan  eden muhaverenin böyle devamından  sıkılan hapishane müdürü, belinden bıçağını çıkartarak:

-  İspiro, geri gelmezsen seni şişlerim.

İhtarına  da kasa hırsızının aldırmadığını görünce uzandığı yerden İspiro”nun  kaba etine bıçağı dürtmüş...

-  Ah   vire mudur bey... Ne yaptın?

-  Ne yapacağımı söyledim. Hafif bir hacamat yaptım. İkinci bir dürtme  İspiro”yu  olduğu yerde kıvrandırmış.

-  Ah, aman... Mudur  bey...

-  Eğer yavaş yavaş geri gelmezsen, kıçını kevgire çevireceğim.

İspiro, üçüncü bıçak üvendiresini yiyince  tepinmeye başlamış. Rıza Bey:

-  Tepinme ulan! Kokulu ayakların suratıma geliyor.

-  Ama bacaklarımdan kan  akıyor...

-  Sürüne sürüne geri dönmezsen her tarafını delik deşik edeceğim.

Rıza bey uzanmış, bu sefer bıçağı biraz daha fazlaca dürtmüş...

-  Ah!  Yandım ...

-  Bağırma ulan! Benim dürttüğüm yerler zararlı değildir, nihayet biraz kuyruk yağını eritir.

-  Yapma be  mudur bey...

-  Ulan deli gavur... Yapma olur mu?

-  Ama ben mahpus... Beni işi kaçmak...

- Bende müdür... Benim işimde  yakalamak... Bir hacamat daha edeyim mi?

İspiro, içini çekmiş...

-  Bıçaklama... Geleceğim.

-  Ha şöyle... Yola gel. Ben geri geri gidiyorum. Burada manevra olmuyor.  Tornistanla  çıkacağız.

Rıza Bey gerilemiş. Bu suretle açılan deliğe kadar gelmişler. Deliğin başında gardiyanlar, müdürü ayaklarından çekerek çıkarmışlar, Rıza Beyi kantere batmış, yüzü gözü toprak içinde,  bilhassa İspiro”nun  kaba etinden akan kanlara bulaşmış görünce hepsi merakla sormuşlar:

-  Ne oldu beyim?  Yaralandınız mı?

Rıza Bey :

-  Yaralanmadım, İspiro’yu  biraz dürtükledim.

Arkadan  İspiro’yu  da çıkarmışlar, hasta hane de  yaralarını sarmışlar, ondan sonra da ayağına demir vurarak zindana atmışlar. Mehterhane  zindanı hapishanenin devamlı müşterilerinden  Deli Faik şöyle anlatırdı :

-  Burası öyle cenabet  bir yerdir ki, ekmek yerken kediden büyük fareler, ekmeğin bir tarafından yapışırlar, çeke çeke  güç kurtarırız.

İspiro, bundan dolayı  Rıza Beyden çok korkardı. Hapishane müdürünün dövdüğü zaman  Allah yarattı demediğini  kaç defa  nefsinde tecrübe etmişti.

İspiro, Mehterhanede  Müdür Rıza Beyden başka hiç kimseye  ehemmiyet vermezdi.

Tahir, saatlerce devam eden bu musahabeden sinirleniyordu, bir gün Mustafa Efendiyi çağırttı:

-  Mustafa Efendi, ben burada çok rahatsızım.  Müdür Beye söyle beni içeriye versin.

Mustafa Efendi:

-  Olamaz beyim, dedi.  Doktor,  taburcu etmedikten sonra hastahaneden  çıkamazsınız, sonra yaranızı kim pansuman yapacak?

-  Ben yaramdan şikayet etmiyorum,  sinirlerim bozuluyor.

-  Neden?

-  Neden olacak?  Üstümüzdeki katta kasa hırsızı İspiro  var.  Gece demez, gündüz demez, Tersanedeki Rumlarla  pencereden konuşur.  Bir dakika rahat huzur yok...  Ne kafa kalıyor  ne beyin.

-   İstersen bir kere kendisine söyleyelim.

-  Ne yaparsan yap. Bu  gavura söyle...  Lafa yekun  tutsun.

Mustafa Efendi, hemen kalktı, üst kata çıktı.  İspiro yatağın üstünde oturuyordu.

-  Vakitler hayrolsun  İspiro.

-  Öyle olsun...

-  Sana bir şey rica edeceğim.

-  Söyle.

-  Hastalar senden şikayet  ediyorlar.

-  Ne şikayeti?

-  Sen bütün gün, pencereden  Tersanedeki Rumlarla konuşuyormuşsun.

-  Ne olur? Konuşmak yasak mı?

-  Öyle pencereden   pencereye konuşmak yasak... Ama biz aldırmıyoruz, ona bakma... Fakat buradakiler hasta... İstirahat etmek istiyorlar.

İspiro, oturduğu yerden doğruldu. Mustafa Efendiye :

-  Bre Mustafa... dedi. Bana bunu için geldin.

-  Evet, bunu ricaya geldim.

-  O ki benden şikayet yapıyor.  Gelsin, yüzüme söylesin, onun ağzını burnunu kırayım.

Ondan sonra Mustafa Efendiye :

-  Bre leblebici, sen ne zaman adam oldun  da  bana, İspiro’ya sus  diyorsun.

Mustafa Efendi, cevap vermedi. Rumun her cinayeti, her alçaklığı yapacak yaradılışta bir şerir olduğunu biliyordu.  Üzerine saldırırsa, onu tokatlasa bile mukabele  edemeyecekti. İspiro :

-  Haydi vre... Defol buradan, dedi, yoksam seni parçavura  yaparım.

Yapardı  da...  Mustafa Efendi, “ite dalaşmaktansa çalıyı dolanmak yektir”  sözünü düşündü, hiç bir şey söylemeden kalktı, merdiveni inerken  İspiro arkasından  Rumca söylemediği küfür  bırakmıyordu, onları  da duymamazlıktan geldi.

Aşağı  Tahir”in  yanına geldiği zaman rengi sapsarı  idi.

-  Hayrola Mustafa Efendi  rahatsız mısın?

-  Değilim ama şimdi oldum.

-  Neden?

-  Gavur beni kovdu,  söylemediği küfür de bırakmadı.

Tahir, düşündü, daha Kadayıfçı Ali”nin oğlunun meselesi kapanmadan yeni  bir vaka  çıkarmak istemiyordu. Mustafa Efendiye sordu :

-  Ne dedi?

-  Söylemem.  Yalnız şunu bil Tahir Bey... Eğer çoluk çocuk sahibi  olmasam Allah ya bana verirdi, ya ona...

-  Sen  söylediğin zaman ne cevap verdi?

-  Benden şikayetçi olanlar gelsinler yüzüme söylesinler, onların ağızlarını burunlarını  kırayım, dedi.

-  Ya!..Öyleyse ben Lütfi ile de bir haber yollayacağım. Lütfi  Rumca  bilir, belki gavuru yumuşatırız.

Mustafa Efendi   gittikten  sonra  Lütfi”yi çağırdı:

-  Sen Rumca bilirsin. Şu herife git, tatlılıkla anlat.

Lütfi:

-  Tahir Bey! İspiro tatlı dilden anlamaz, inadına aksini yapar, hem istediğiniz olmaz, hem de gavurla dövüşürüz.

-  Korkuyor musun  Lütfi?

-  Ne korkacağım.  Ver bana sustalıyı... Herifi temizleyeyim.

-  Öyle bir şey düşünsem onu   ben  de   yaparım. İş çıkartmamak istiyorum. Sana ne söylüyorsam öyle hareket et.

-  Peki Tahir Bey, gideyim söyleyeyim.   Fakat  bana kalırsa müdüre söyleyelim, İspiro, Rıza  Beyden korkar.

-  Mektep çocuğu gibi şikayet edemem. Sen, dediğimi yap... Bakalım ne diyecek?  Ters bir şey söylerse o zaman düşünürüz.

Lütfi ikinci kata çıktı.  İspiro kumral palabıyıklarını bükerek dolaşıyordu.  Lütfi mülayim bir tavırla:

-  Kalimera be İspiro. (sabahlar hayır olsun be İspiro.)

Dedi. Kefalonyalı  homurdandı :

-  Kalimera...

-  Ti ekhi, ti denekhi?  (Ne var, ne yok)

-  Tipoto  denekhi...  (Bir şey yok.)

Lütfi, İspiro”yu  biraz yumuşatmak için bir hulus  çakmak lüzumunu hissetti:

-  Esi kabadayis  antroposise..  (Sen kabadayı adamsın.)

Bu huluskarlık beklenen tesiri yapmadı, kasa hırsızı:

-  Katakava,  katalava... Ti telis  na pis?  (Anladık... anladık...  Ne demek istiyorsun?)   

-  San  esena enas antopos plikomenos kato  playazi  ( Aşağıda senin gibi yaralı hasta var...)

-  Ti telis na pise  (Ne demek istiyorsun? )

-  Esi poli  dinata milis... Piyosiğa mila... ( Çok yüksek sesle konuşuyorsun...Biraz yavaş konuş.)

-  Hayda vire gaydare, pezevengi esi ta mepis na milo  ega siga. To keyfimu etsi  teli... Hayda trava ton arabasu...  İde alos  ke sena  tase diyotose...  (Haydi oradan eşek pezevenk. Sen kim oluyorsun  da bana yavaş konuş diyorsun,  keyfim böyle istiyor, haydi çek arabanı... yoksa seni ötekilere benzetirim.)

Buna karşı söylenecek hiçbir şey yoktu. Lütfi sesini çıkarmadı, merdivenleri indi. Onunda Mustafa  Efendi gibi rengi atmıştı. Ağır ağır  Tahir”in  yanına geldi.

-  Ne oldu?

-  Ne olacak? Bağırtısını işitmedin mi?

-  Kulağıma bir ses geldi ama Rumca bilmediğim için  anlamadım.

-  İsabet olmuş. Gavur  bana öyle küfür etti ki... Üzerimde bir şey olsa üstüne  atılacaktım.  Ne eşekliğim, ne pezevenkliğim kaldı.  Tahir Bey, durup dururken  bana hakaret ettirdin.

Lütfi”nin  sesi titriyordu.  Kendini tutmasa hüngür hüngür  ağlayacaktı.

-  Sana söyledim de... Bu herif laftan anlamaz, dedim. Teres yerden alıp gökte savuruyor, kabadayısın dedik, arslansın dedik... Biz dedikçe o kabardı.

Lütfi   burada ufacık  bir diplomatlık yaptı.

-  Sana da, seni gönderene de... diye yukarıdan aşağı kalayladı.

-  Ya?.. Demek öyle dedi?

-  Eksik bile söyledim.

-  Öyleyse birde biz  söyleyelim bakalım.

Tahir, İspiro”nun  bulunduğu kata çıktı, İspiro yine bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu.  Vaziyetin nezaketle, insafa davetle halledilecek tarafı kalmamıştı. Doğrudan  doğruya belanın ortasına dalmak lazım geliyordu, Tahir de öyle yaptı:

-  Ulan gavur oğlu, dedi, seni buraya başımıza hediyelik mi gönderdiler.

İspiro durdu.  Karşısındaki genç adama husumetten ziyade hayretle baktı.

-  Bana söylüyorsun?

-  Sana söylüyorum.

İspiro, sanki ona acıyormuş gibi bir eda ile:

-  Haydi vire... Git işine. Sabah sabah başımı belaya sokma... dedi.

Tahir :

-  İşte ben o belayı aramaya geldim.

İspiro:

-  Senin dinini, imanını...

Diye küfre başladı, fakat tamamlayamadı.  Karyolanın yanındaki dolabın üzerinde büyükçe  bir bakır maşraba  vardı.  Tahir şimşek gibi bir süratle  atıldı.  Maşrabayı aldı, ağız tarafını eliyle kavradı,  dip tarafını İspiro”nun ağız burun  nahiyesine doğru öyle bir vurdu ki, darbenin şiddetinden  İspiro”nun kafası arkaya doğru yaylandı.

Rum kabadayısının kendine gelmesine vakit kalmadı. Tahir, bir yumruk da gözünün  üzerine indirdi. İkinci yumruk çelmeli geldi, İspiro sırtüstü yuvarlandı.  Tahir hemen üstüne çöktü, bir eliyle boğazından tutmuş, öbür eli makine ile hareket eden bir balyoz gibi işliyordu.  İspiro  mezbuhane  gayretler sarfederek  kendini toparlamaya çalışıyordu.  İkisi de  insan şeklinden çıkmışlardı.  Tahir İspiro”yui  iki eliyle gırtlağından yakalamış, kaldırıyor,  kafasını döşemeye vuruyordu.  Artık kanlı bir et yığını haline gelen kafanın  insan başı denecek  hali kalmamıştı. Tahir çelik parmakları ile o çakalı kumral bıyıklara yapıştı, yoldu kopardı, kozmetikli saçlar  öbek öbek koptu.

Gürültüyü  işitenler koşuştular. Deliler, koğuşlarının  kapısına yığılmışlar, yirmi dört saat durmadan konuştuğu için İspiro”dan dayak yiyen  Deli Aziz bağırıyordu:

-  Vur deyyusu öldür!  Bakma gözünün yaşına...

Öbür deliler de sünnet düğünündeki hokkabaz Yahudiler taklit ederek bir ağızdan  haykırıyorlardı:

-  Oldu da bitti maşallah... iyi olur inşallah!

İspiro”nun ağzından köpüklü kanlar geliyordu.

Yukarıya en evvel  Lütfi, arkasından hastalar ağası Mustafa Efendi koşmuştu.  Tahir korkunç bir hale gelmişti, yüzündeki ustura yarasının bağı çıkmış, gözleri çeşmhanelerinden  fırlamıştı, bu halde kimse üzerine varamıyordu.

Mustafa Efendi, dostlar alışverişte görsün kabilinden:

-  Yapmayın yahu! Ayıptır. Ayrılın !

Diyor, fakat ne kendisi ayırıyor, ne de gardiyanlara ayırtıyordu.  Bir iki gardiyan  Tahir”i  çekmek istediler.

-  Dokunmayın... Canınıza okurum.

Diye bağırınca sokulmadılar. Mustafa Efendi:

-  Bırakın yahu! Görmüyor musunuz? Tahir Bey hiddetten deli  olmuş.  Bırakın hırsını alsın.

Diyordu. İspiro’nun artık ileri tutar yeri kalmamış, ölü gibi yere uzanmıştı.  Tahir kalktı, onda hasmını,   dövecek yeri kalmadığı için bırakan bir Hint horozu  hali vardı.  Tımarcılara :

-  Şu yüzümü sarın...  dedi.

Mustafa Efendi:

-  Pansuman yapın, gazlı bez getirin...

İspiro uzandığı yerden doğruldu, fakat başında Tahir”i görünce tekrar uzandı. Yattığı yerde elini başında, yüzünde dolaştırıyordu.

Tımarcılar:

-  Buyur, Tahir Bey, aşağı gidelim de pansıman  yapalım.

Dediler, birinci kata indiler.  Lütfi”nin  etekleri zil çalıyordu, Tahir’e:

-  Tahir Bey! Dedi, gavurun işi tamam.

-  Öldü mü?

-  Ölmedik neresi kalmış?

Hakikatten de öyleydi.  Gardiyanlar, İspiro”yu koltuklarına girerek kaldırdılar,

yatağına oturttular,  yüzünü gözünü  yıkadılar.  İspiro başını dik tutamıyordu.

Lütfi, hemen yukarıya fırladı,  İspiro”nun suratına baktı, içinden kahkahalar fıkırdıyordu,  hemen cebinden ufak bir ayna çıkardı, yüzüne tuttu :

-  İspiro! dedi.  Na ki  taksis to pro  soposo , ki takse ston karfeti... (Yüzünü görmek ister misin? Aynaya bak.)

İspiro”nun aynaya bakacak,  kendini görecek hali yoktu.

-  Gamo ti Manasu...

Diye Rumca en galiz bir küfür savurdu.

Şimdi asıl mesele  burada  başlıyordu. Kavga, hapishane Müdürü  Rıza Beye  aksedecekti.  Müdürün böyle vakalara  tahammülü yoktu. Kavga edenleri mutlaka döver, ondan sonra da  ayağına demir vurarak zindana atardı.

Tahir,  bundan endişe  ediyordu.  Ne kişizadeliği, ne kabadayılığı bunu hazmedecekti. Lütfi’ye :

-  Tabi Müdürün karşısına çıkacağız,  fakat bana tokat vurmaya  yahut mektep çocuğu gibi  falakaya yatırmaya  kalkarsa mukabele ederim,  dedi.

Lütfi :

-  Sana bir şey yapacağını zannetmem, zaten İspiro”yu  sevmez, belki onu dövdüğüne  memnun bile olacaktır.

-  Orasını bilmem.  Ben karar verdim,  dayak atmaya  kalktılar mı? İlk işim Müdürün boğazına atlamaktır,  ondan sonra isterlerde  beni   öldürsünler.

Lütfi, vaziyeti Mustafa Efendiye açtı :

-  Mustafa Efendi, Allah vere de Müdür Bey Tahir Beye fena muamele etmese...

-  Onu bende düşünüyorum.

-  Şöyle hafif bir çıtlatsan nasıl olur?

-  Ne söylüyorsun  Lütfi?  Rıza Beye böyle şey açılır mı?

“Sen benim idareme ne karışıyorsun?”  diye beni bile döver.

-  Ne yapacağız?

-  Hiç... Olmaz  inşallah der, bekleriz.

Bir iki saat  sonra gardiyan geldi:

-  Müdür Bey istiyor.

Diye İspiro ile Tahir”i  aldı, Müdürün dairesine götürdü. Odaya girdikleri zaman Rıza Bey masanın başında oturuyordu. Evvela  İspiro girdi.  Rıza Bey gardiyana sordu:

-  Kim bu?

 - İspiro...

Rıza Bey hayretle baktı :

-  Alay mı ediyorsun? dedi, bunun neresi  İspiro?

-  İspiro, Beyim.

Rıza Bey :

-  Ulan, dedi, buna ne olmuş?  Bu ne surat  bu!

İspiro”ya  sordu:

-  Ne oldu sana?

İspiro, Tahir”i gösterdi:

-  Kavga yaptık.

-  Ulan buna kavga demezler, dayak yedim derler. Kafanda saç kalmamış...  Nerede o palabıyıklar?  Hamamotumu tutundun?  Hepsi yolunmuş... Kel tavuğa dönmüşsün.  Ağzın burnun birbirine girmiş... Gözlerin görüyor mu bari?

İspiro cevap vermiyordu.  Rıza Bey Tahir”e döndü:

-  Bunu sen mi bu hale  koydun?

 Tahir :

-  Ne yapayım efendim, dedi. Kendimi müdafaa ettim.

-  Anlat bakalım... Mesele nedir?

Tahir :

_  Efendim, dedi, sizce malum bir vak”adan dolayı yaralı olarak  hastahanedeyim, istirahate  ihtiyacım var. Bulunduğumuz  yerde delilerin  koğuşu var, bağırırlar, çığırırlar. Sonra mortohane   var, orada can çekişenlerin iniltileri eksik değil. Gece gündüz sinir içindeyim...  Bunlar yetmiyormuş gibi bu herif de geldi...  Sabahtan akşama kadar hastahane penceresinden Tersanedeki Rumlarla bağıra bağıra  konuşur. Gündüz bu, gece  de deliler...  İllallah  dedik.  Evvela hastalar ağası Mustafa Efendiye rica ettim :  “ İspiro”ya selam söyle, hastayım. O kadar yüksek sesle konuşmasın!” dedim. Mustafa Efendiye küfür etmiş, kovmuş. Adamcağız yanıma geldiği  zaman eli ayağı titriyordu.  Arkadan benimle yatan Lütfi’yi  gönderdim:  “Sen Rumca bilirsin. Bu herifle kendi dili ile konuş, belki meram anlatırsın.”  dedim.  Ona da küfür etti, kovdu.  Arkadan ben gittim. Yumuşak yumuşak  laf ederek halimize merhamet etmesini söyler söylemez dinime imanıma küfür ederek üzerime saldırdı. Ben de kendimi müdafaa ettim, böyle oldu.

İspiro :

-  Suratımda maşraba vurmuş.

Tahir :

-  Ne yapayım? Başka türlü canımı kurtaramazdım ki...

Rıza Bey, İspiro”ya :

-  Böyle mi oldu? dedi. Sana Mustafa Efendi söyledi mi?

İspiro cevap vermedi.

-  Söylesene ulan  hergele...

-  Evet söyledi.

-  Sonra Lütfi de söyledi mi?

-  Söyledi.

-  Ne halttin de dinlemedin?

-  Tersanede  beni kardaş   çocukları var. Onlarla konuştum.

-  Onlarla konuşmak için kimden izin aldı?

İspiro cevap vermedi.  Rıza Bey yerinden kalktı:

-  Ulan teres! dedi, sen dine imana nasıl küfredersin?  Benim hapishane müdürü olduğumu unuttun mu? Donunu çözüp domalsan kazdığın tünelde  kıçın soktuğum  bıçakların izi görünür.

Rıza Bey gerildi.  Tokat vuracağı zaman bu vaziyeti alırdı. İspiro, tokatı hazmetmek için son bir gayretle başını omuzlarının arasına gömdü. Rıza Bey bir saniye durdu, sonra:

-  Nerene vurayım ulan pezevenk? dedi,  bana vuracak yer kalmamış ki...  Suratın yangın yerine dönmüş.

İspiro, sesini çıkartmıyordu.  Rıza Bey, Sergardiyana  sordu :

-  Bunun pencereden konuştuğu kimlerdir?

-  Üç tane Rum var:  Niko, Sotiri, Petro...

-  Şu hırsızlıktan mahkumlar değil mi? Getirin onları bana..

Biraz sonra üçü de müdürün karşısına dizildiler, Rıza Bey, İspiro”yu göstererek :

-  Bunu tanıdınız mı?  Tanımadınızsa kim olduğunu söyleyeyim:  Bu sizin kabadayınız   Kefelonyalı  İspiro”dur, siz her gün bununla ne konuşurdunuz?

Üçü de bu sualin arkasından ne geleceğini anlamışlardı. İçlerinden biraz laf etmesini bilen Petro”yu : “Sen söyle” der gibi dürttüler. Petro fesini düzeltti:

-  Mudur Bey! dedi. Beni kız kardaş, İspiro halası oğlu ile evlenmiş... İspiro ondan  alazak var, bunu için bize konuşmuş...

-  Bunu sergardiyana söyledin mi?

-  Yok solemedim...

-  Kimseden izin aldın mı?

-  Matofeo...  Efendimu... Bilmiyorum.

-  Ulan, İspiro sizden parasını isteyecekse bu bir defa söylenir, her gün ne konuşuyordunuz? Yine tünel mi kazacaktınız?

-  Vallayi, billayi,  baska bir şey konuşmadı.

Rıza Bey, sergardiyana :

-  Bunları al...Üçünü beraber aşağıya koy. Bir hafta sonra aklıma getir, dedi.

Sonra İspiro”ya baktı:

-  Bunu da yanlarındaki hatırlıların yanına koy, ayaklarına demir vur.

İspiro:

-  Mudur Bey! dedi, ben yaralı, ben hasta.

-  Önüne gelenin dinine imanına küfrettiğin zaman hasta değilsin. Yaralarını sıçanlar yalar, iyi eder seni.  Haydi!

Gardiyanlar hepsini aldılar, götürdüler.

Rıza Bey, Tahir’e baktı:

-  Tahir Bey, dedi, ben pederini tanırım. Sana fena  muamele yapmak istemem. Benim burada kendime göre tutumum var. Ben kavga, düğüş, kabadayılık filan tanımam.

Tahir , biraz ferahladı:

-  Beyefendi, dedi, vallahi kabahat bende değil.

-  Bende, sende, onda... Orasını bilmem, mademki bu adam seni  rahatsız ediyordu, bana neye haber vermedin?

-  Erkekliğime yediremedim.

-  Böyle şey olur mu?  Dışarıda ne isterseniz yapın, fakat ben burada öyle şey tanımam. 

-  Nasıl olsa bu herifle aramızda bir vak’a  olacaktı.
-  O  vak’anın burada olmasına tahammül edemem.

-  Bundan sonra...

-  Bundan sonra istersen bir daha yap.  Şimdi sana başkalarına ettiğim muameleyi yapmıyorum, fakat ikinci defa böyle  bir iş için karşıma gelirsen  hakkında hayırlı olmaz.

Tahir, sesini çıkarmadı. Rıza Bey:

-  Haydi git.

Dedi, bu iş de böyle kapandı, düğüş  için zabıt dahi tutulmadı.

İspiro, dört gün sonra zindandan çıktı, yine hastahaneye  geldi. Tamamen süngüsü düşmüştü. Sesi sedası çıkmıyordu.

Birkaç gün sonra Lütfi, Tahir’e :

-  Tahir Bey, dedi. Bu sabah seninki ile konuştum.

-  Kim o benimki?

-  İspiro  ile...

-  Yine küfür mü etti yoksa?

-  Yok canım ne küfrü?  Laf edecek hali yoktu. “Kabahat bende oldu” diyor.

-  Kabahatin  kendinde olduğunu anlaması için demek onun anlayacağı lisanla konuşmak icap ediyormuş.

- Ne ise Tahir Bey... Artık üsteleme de tatlıya bağlayalım.

-  Yani  ne yapalım? Benim kasa hırsızı  İspiro ile ne işim olabilir?

Bir iki gün daha geçti, bu sefer de Mustafa Efendi araya girdi:

-  Tahir Bey! dedi, ben sizi İspiro ile barıştıracağım.

Tahir güldü :

-  Mustafa Efendi. İspiro ile barışsam ne olacak? Barışmasam ne olacak?

Mustafa Efendi:

-  Bana söyleme, dedi, ama işin doğrusunu söyleyeceğim.

-  Yoksa aramızda çıkacak yeni bir vak’adan mı  korkuyorsunuz?

-  Hayır... Bunu kendisi istiyor.

-  Sen bu teresle yine laf ediyor musun?  Bana o gün geldiğin zaman rengin kireç gibi olmuştu, çoluk çocuğum olmasa kapışacaktım diyordun...Bunu nasıl unuttun?

-  Bana tarziye verdi. Yaramın acısından ne yaptığımı, ne söylediğimi bilmiyordum, dedi.

-  Şimdi ne yapalım?

-  Barışıver, olsun bitsin.

-  Peki Mustafa Efendi, dediğin gibi yapalım.

Bir saat sonra önde Lütfi ile Mustafa Efendi, arkada İspiro  geldiler.  Tahir, oturduğu yerde biraz kımıldandı.  Mustafa Efendi :

-  Tahir Bey! dedi, İspiro  sana özür dilemeye geldi.

İspiro hala kavganın izini yüzünde taşıyordu, elini uzattı, Tahir de reddetmedi.

-  Buyur, İspiro  otur.

-  Dur! Bre Tahir Bey, evvela yüzünde öpezeyim.

-  Yok canım, ne lüzum var?

-  Var, sen adamakilli  kabadayı adam...

Tahir’in boynuna sarıldı. Yüzünden öptü.

-  Bu is ki benim basımda geldi... Nasin oldu? Agnamadim.

-  Bırak şimdi o lafları canım...

İspiro ellerinin iki parmağını bir salip şekline sokarak öptü.

-  Ama Tahir Bey... Ben sana yürekten düsman olmamisim.

-  Anladım. Anladım...  Sen din iman küfredince... Benim de aklım başımdan gitti.

-  Ama şimdi... Artık arada bir şey yok. Sana birisi yan baksa .. İspiro onu..

- Tahir:

- İspiro, dedi, sana bu lafları bırak diyorum, bana yan bakacak olana ben meram  anlatmasını bilirim.

-  Doğru... Dobra dobra  laf...

Mustafa Efendi:

-  İspiro birkaç gün sonra taburcu olacak.

-  Güle güle gitsin.

İspiro :

-  Nerde gidezek...Hastahane  sikazak, kovusda  gidezek...

Mustafa Efendi:

-  İspiro  çok güzel güveç yapar.  Yarın öğle için bir güveç yapacakmış.  Yemeği beraber yiyelim diyor.

Tahir, muvafakat etti.  İspiro’nun etekleri ıslık çalıyordu.

-  Ama öyle bir güveç yapazayim...  Parmakları da beraber  yiyezek... Burada furno yok. Gönderezeyiz dışarda.

Cebinden bir mecidiye çıkardı. Mustafa Efendiye uzattı:

-  Mustaefendi... Ne ki lazımsa alazaksin.

İspiro, ertesi günü kolları sıvadı, büyük bir güveç hazırladı, fırına gönderdiler. Hastalar ağası Mustafa Efendinin odasında toplandılar. Yenildi, içildi, iki hasmın barışması bu suretle bir ziyafetle tes’id edilmiş oldu.

Bu menkıbeleri  okuyanlar o zamanki hapishane rejimine hayret etmişlerdir.  Fakat, bu böyle idi. Cezaları az kalanların, dış kapıda iskemle atıp oturarak Sultanahmet kahvelerinden nargile getirtip içtikleri de olurdu.

Kadayıfçı Ali’nin oğlu Hamdi  aldığı yaralara rağmen ölmedi, mahkemede karşılaştılar.  Bütün şahitler, Tahir’in lehinde idi. Bilhassa  Kargo ile Fresko’nun  şahadetleri ağır bastı.  Mahkeme Reisi, Tahir’e  soruyordu :

 -  Aranızda bir husumet var mı  idi?

Tahir :

  - Hiçbir husumet yoktu.  Kendisini tanımam bile... Sorun sizde anlayacaksınız.

Diyor, o zaman Hamdi’ye:

 -  Durup dururken ne diye bu adama  taarruz ettin?

Sualine Hamdi:

 -  Reis Bey, ben yoluma giderken bana küfretti.

Diyor, fakat bu cevap mahkemeyi tatmin etmiyordu. Şahitler tekrar isticvap  ettiler. Hepsi de evvelki ifadelerini tekrar ettiler, Reis rapora baktı:

 -  İlk olarak kim kimi yaraladı? dedi.

İlk yarayı yiyen Tahir’di.

 -  Efendim, ceketinin iç cebine elini soktu. Fenerin ziyasında avucunda usturanın parladığını gördüm, fakat birden kendimi koruyamadım. Yüzüme vurdu... Ben, ona karşı bir kastım olsaydı, silahlı bulunurdum. Yanımda ufacık bir bıçaktan başka bir şey yoktu.  Onunla canımı güç kurtarabildim.

Dedi. Mahkeme ikisini de mahkum etti, fakat  Hamdi’ye  daha fazla ceza vermişti.

Şimdi Kadayıfçı Ali’nin içerideki dostlarına karşı kendini korumak lazım  geliyordu. Tahir, bunu da temin etti. Nihayet cezasını bitirerek çıktı.

Bundan sonra sahneye Hamdi’nin babası Kadayıfçı Ali çıkıyordu.  Tahir, Kadırga’da Yorgi’nin kahvesine gidiyordu.  Yorgi kahveyi getirdiği zaman:

 - Tahir  Bey! diyordu.  Bir iki saat evvel Kadayıfçı Ali,  kardeşi Süleyman, birde tanımadığım bir adam geldiler.

 - Gelirler ya... Bana ne?

 -  Ama seni sordular.

 -  Ne dediler?

 -  Karamusallı gelmiyor mu? dediler.

 -  Sen ne dedin?

 -  Geliyor, dedim.  Sabah da uğruyor, akşamda...  

 - Başka bir şey söylemediler mi?

 - Yok... Kahvelerini içtiler, gittiler.

Tahir, bazı   akşam  Sandıkburnu’na  uğruyordu. Ona hizmet eden garson:

 - Tahir Bey, diyordu,dün akşam seni sordular.

 - Kim sordu?

 - Kadayıfçı Ali ile arkadaşları.

 -  Ne dediler?

 -  Tahir Bey, uğramıyor mu? dediler. Bende arada uğrar, dedim.

 Tahir, sinirlenmeye başlıyordu.  Çünkü onun devam ettiği bütün gazinolar, birahaneler, kahveler,  Kadayıfçı Ali ile arkadaşları tarafından muntazaman ziyaret ediliyordu.

 Bir gün bu meseleyi halletmek istedi. Belindeki tabancasının kılıf kapağını açtı, saldırmayı koltuğunun  altına yerleştirdi,söğüt yaprağı bıçağı da  el atar atmaz  avucuna gelecek şekilde düzeltti.  Kadayıfçı Ali’nin   Aksaray”da çıktıkları kahveye gitti. Kadayıfçı bütün arkadaşları ile orada idi.

 Tahir, kapıyı açtı, girdi. Onu görenler birden sustular. Yavaş yavaş  yürüdü,  kahvenin ortasına geldi.  Kadayıfçı Ali’ye  ve  yanındakilere :

 -  Arkadaşlar, dedi.  Günlerden beri beni arıyormuşsunuz.  Nereye gitsem  Kadayıfçı Ali ile arkadaşları seni sordu  diyorlar.  Düşündüm, belki söyleyecek mühim bir sözünüz vardır.  Onu sormağa geldim. Buyurun, bekliyorum.  İsterseniz burada konuşmayalım,  isterseniz dışarı buyurun,  orada görüşelim... İsterseniz, bana bir yer söyleyin... Ben oraya geleyim.

 Kabadayılık aleminde böyle posta okunmamıştı.

 Kadayıfçı Ali, kardeşi Süleymanlar, onların pangasına  dahil olanlar tehlikeli adamlardı.  Onlara  karşı böyle meydan okumak yapılır şey değildi. Bunu yapan genç bir adamdı, fakat Tahir, istim üstünde bir motor  gibiydi.  Birisi kımıldansa olduğu yerde mıhlayacaktı.

 Bunu onlarda anlamışlardı.

 İstanbul kabadayıları biraz da diplomat adamlardır.  Vaziyeti idare etmesini gayet iyi bilirler. Kadayıfçı vaziyetin  vahametini derhal kavradı.  Bu esnada:

 - Aradıksa aradık... Ne demek istiyorsun?

 Demiş olsa Tahir’in evvela onun üstüne atlayacağını anladı.  Aralarında  bir arbede kopacak olursa, Tahir’in gözünü daldan budaktan  esirgemeyeceğini  derhal taktir etti. Ortalık karışacak olursa ve netice itibariyle Tahir çokluğa karışıp mağlup olsa dahi asıl kabağın onun başında patlayacağı muhakkaktı.

 Bütün bu mülahaza bir anda hatırından geçti. Tahir’in posta okumasını tatlı tarafından aldı.

 -  Buyurun  Tahir  Bey, dedi, bir kahvemizi için.

Tahir:

 - Yok, dedi, teşekkür ederim. İşim var. Pek sıkı fıkı  aradığınızı söylediler de bilhassa onun için gelmiştim.

 Ali, ısrar etti:

 -  Buyur... Bir kahvemizi reddetme...

 Tahir müşkül vaziyette idi.  Otursa, hısımları tarafından bir kahpeliğe  maruz kalmaktan  çekiniyor, oturmasa bu kadar nazikane bir daveti reddetmeyi kabadayılığa yakıştıramıyordu.

 Saatine baktı, vakti varmış gibi  yaptı, masalarına yaklaştı. Hepsi ayağa kalktılar.

 -  Buyurun! Şöyle buyurun.

 Tahir, Kadayıfçı Ali”yi soluna alacak şekilde peykeye oturdu.

 -  Merhaba Tahir Bey...

 -  Merhaba.

 -  Merhaba.

 Ali kahveciye seslendi:

 - Gel oğlum... Bak, Tahir Bey ne emrediyor?

 - Ufak fincanla bir orta şekerli yap.

 Kahveci tabii, maşasını şıkırdatarak ocağa seslendi:

 -  Orta şekerli bir. Nazik gel.

 Ali, hemen  tabakayı çıkardı, bir sigara sardı, ağıza gelecek   yerini yapıştırmayarak Tahir’e uzattı.  Tahir, sigarayı aldı, hemen ötekiler kibritleri çaktılar.

 Ali bir daha keyif sordu:

 -  Daha iyisin inşallah Tahir Bey?

 -  Çok şükür... Sende iyisin inşallah.

 -  Hamdolsun.

 Herkes sustu. Tahir  bekliyordu. Kadayıfçı Ali :

 -  Şimdi benim seni niçin aradığımı söyleyeyim.

 -  Dinliyorum.

 -  Bizim Hamdi ile aranızda geçen vak’adan çok üzüldüm. Malum’a... Nede olsa babalık...

 Tahir:

 -  Anlıyorum, dedi. Fakat bu işte benim suçum  taksirim yok ki... Ben  senin oğlunu tanımam bile.

 -  Biliyorum. Fakat oğlanı öyle vurdun ki  ha öldü ha ölecek diye bekledik.

 -  Ben  onu vurmasam, o beni doğrayacaktı.  Bak yüzüme...

 -  Biliyorum. O  akşam biraz  içkili imiş.

 -  İçkili ise bana ne? Bu zıkkımı içmesini bilmeyen içmez.

 - Bu işte kabahatin Hamd’de olduğunu bildiğim için ortadan bu husumeti kaldırmak istedim.

 Tahir :

 - Ben öyle zannetmedim, dedi, beni ısrarla aramanızdan doğrusu aklıma  başka şeyler geldi.

 Kadayıfçı:

 -  Nasıl olur Tahir Bey, dedi,böyle bir fikrimiz olsa seni aradığımızı söyler  miydik?

 Tahir:

 - Ne bileyim, dedi, belki göz dağı vermek için arıyorlar diye düşündüm. Mademki bugün görüştük, konuştuk. Artık bir daha bundan  bahsetmeyelim.

 Kadayıfçı Ali:

 -  Edelim,  dedi  sizin  Hamdi ile barışmanız lazım. Çünkü o, sana karşı  haksızlık etti. Gelsin, öpüşünüz  ve her şey ortadan kalksın...

 Tahir  saatine baktı:

 - Bana müsaade ediniz... dedi, yine görüşürüz.

 -  Hay hay. Fakat bugünlerde Hamdi gelip senden özür dileyecektir.

 -  Ali Efendi, özür dilemeğe lüzum yok.  Haksız olduğunu anlasın...Kafidir.

 Birbirlerinin  elini sıktılar ve dostça ayrıldılar.

 Bu hadise Tahir’e birkaç puan  daha kazandırdı. Kahveye girip yedi sekiz kişiye meydan okuduğu derhal muhitlere yayıldı. Kadayıfçı Ali’ye hıncı olanlar, Tahir’i gökyüzüne çıkarıyorlardı:

 -   Bundan sonra artık kabadayılıkta idman yapmak isteyenler Kadayıfçıya çatsınlar. Herif, bükemediği bileği öpüp başına koyuyor. Nerede o yerden alıp gökte savuran babayiğitler?.  Karşılarına Tahir Bey dikilince hepsi şapa oturmuş. Çünkü Tahir Beyin şakası yok.

 Diyorlardı. Ali’ye taraftar  olanlar da:

 - Kanı kanla yıkamaz, kanı su ile yıkarlar. Kadayıfçı bu işte insan gibi hareket etti. Haksızlığın oğlunda olduğunu anlayınca hakkın teslim eyledi.  Kadayıfçı Ali tam kabadayıdır.  Haksızlığın Tahir Beyde olduğunu anlasaydı iş başka türlü olurdu.

 Cevabını veriyorlardı. Bir  akşam Tahir yine Karlo ve Fresko ile Sandıkburnu’nda  çakıştırırken Kadayıfçının oğlu Hamdi”nin masalarına doğru geldiğini gördüler.

 İki Rum da  bet beniz attı.  Karlo, elindeki curayı bir tarafa bıraktı.

 -  Tahir Bey, vre... Geliyor.

 Tahir aldırmadı, hatta başını çevirmedi.  Karlo’ya sordu:

 - Karlo! Neye bıraktın curayı?...

 Karlo, cevap vermeye kalmadı, Hamdi yanlarına geldi.

 - Merhaba Tahir Bey.

 -  Merhaba.

 -  Müsaade eder misin?

 -  Buyurun.

 Hamdi, iskemleyi  çekti, oturdu. Tahir, Miço’ya seslendi:

 - Apostol! Gel buraya... Bak, Hamdi Efendi ne emrediyor?

 Hamdi:

 -  Bir tek düz getir.

 Tahir:

 -  Ulan ustana söyle. Dişe dokunacak bir şeyler göndersin. Yumruk mezesi ile  mi rakı içeceğiz?

 Lahzada masa donandı. Hamdi, kadehine biraz su koydu.

 -  Şerefinize ...

 Dedi.  Karlo ile Fresko da kadehleri toka ettiler.

 -  Afiyet olsun.

 Kadehler tekrar doldu, Hamdi, bir iki öksürdü:

 -  Tahir Bey, dedi, babamla görüşmüşsünüz. Aramızda geçen vak’ada ben haksızlık ettim.

 Tahir:

 -  Kafi...dedi, artık bu bahsi unutalım. Geçmişe mazi, yenmişe kuzu derler. Ne oldu ise oldu.  Şimdi, içelim.  Keyfimize bakalım.

Hamdi:

 -  Peki, dedi, fakat müsaade et de öpüşelim.

 Ayağa kalktılar. Birbirlerini öptüler.  Rumların memnuniyetinden ağızları kulaklarına varıyordu.      Karlo :

 -  İşte buna kabadayılık  demişler... Yaso  vre Hamdi Efendi.

 Diyordu.  Tahir, Hamdi”nin  bir nevi tarziye demek olan bu hareketlerinden memnun olmakla beraber, yinede ihtiyatı elden bırakmıyordu.  Ellerini yıkamak bahanesiyle tuvalete gitti. Tabancasını el atar atmaz  çekecek bir yere koydu. Fakat Hamdi, artık Tahir”e saldıracak vaziyette değildi. On sekiz yerinden aldığı yara, günlerce ölümle pençeleşmek onun maneviyatını kırmıştı.  Tahir”in  kolay kolay kırılacak yumuşak kabuklu  bir  ceviz olmadığını anlamıştı.

 Sonra  da  yumruğuna tükürüp dünyaya meydan okuyan en azılı kabadayıları  yaralanmak, yahut hapishaneye  düşmek bazan yıldırır. Acem İsmail  gibi karnı kesilip bağırsakları çıktıktan sonra onları tekrar karnına doldurup, elleriyle  tutarak evine kadar gelen gözü ve canı pek adamlar yok denecek kadar enderdi.

Hamdi de  böyle olmuştu.  Babasının şöhretine güvenerek önüne gelene  saldırmış,  hepsini, yine o şöhret  dolayısı ile sindirmiş, fakat Tahir gibi çetin cevize rastlayınca ve küçücük bir bıçakla on sekiz yerinden yaralanarak ölüme  sürtünerek geçince biraz apışıp kalmıştı. Müteaddit  zaferle kendilerine kabadayılık alemine mevki yapanlar bir kere mağlup  olurlarsa bütün şöhretlerini kaybederler. Bundan sonra artık o bozulmuş sayılırdı.  Tahir’le  olan kavgasında onun hasmını yaralaması Tahir’in  lehine tefsir ediyordu.

 - Usturayı yüzüne yediği halde  Hamdi’yi delik deşik etti.

 Diyorlardı. Bu suretle Hamdi,  yavaş yavaş söndü,  ismi cismi de unutuldu  gitti.