+90 262 454 11 44
info@karamurselvakif.org
Karamürselli Tahir Beyi üstat Refi Cevad Ulunay “Sayılı Fırtınalar” isimli kitabında yazdı, Bolayır Yayınevi yayınladı. 4. baskıdan ilgili kısımlar aşağıya alınmıştır.
MEHTERHANE VAKALARI
Takvimlerde nasıl, kırlangıç fırtınası, ayondan fırtınası, çaylak fırtınası gibi sayılı fırtınalar varsa, İstanbul”da da o devirde üç sınıf sayılı fırtına vardı:
1-Külhan beyler,
2-Tulumbacı kabadayıları,
3-Efendi kabadayılar.
Külhanbeyler makbul sayılmazdı. Hatta kabadayılar birini küçültmek isterse: (Külhanbey) derlerdi. Bunlar, başlarına sıfır kalıp siyah fes giyerler, sırtlarına altından sakız kuşağı görünen camadanvari yelek, yardan ayrıldım biçiminde yakası büzmeli siyah gömlek, bacaklarına bol paçalı pantolon, ayaklarına da arkası basık yumurta ökçeli kundura giyerlerdi.
Tulumbacı kabadayılarının bütün kabadayılık tezahüratı, tulumbacılık sahasına münhasırdı, onlar kendi alemlerinde yaşardı.
Bunlardan başka bir de Rum kabadayıları vardı. Bunlar kabadayıdan ziyade vurucu, kırıcı kasa hırsızları idi. Her şeyden evvel namuslu adam olmak iddiasında olan şehir kabadayılarına bu güruhu karşılaştırmak doğru değildir.
Hapishane vak”alarına bir girizgah olmak için Karamursallı* Tahir”le Aksaraylı meşhur Kadayıfçı Ali vak”asını anlatalım.
Tahir, o zaman şimdiki gibi kırçıl, göbekli,olgun ve durgun bir adam değildi. Geniş omuzlu, geniş göğüslü, adaleleri kuvvetli, gözü pek bir gençti. Tıbbiye Mektebine girmiş, pek tabii olarak yarıda bırakmış,çıkmıştı. Hali vakti kadar gücü kuvveti de yerinde olduğu için yavaş yavaş kabadayılık muhiti onu çekti, içine aldı.
Tahir”in söylenen vak”alarından biri Kadayıfçı Ali”nin oğlu Hamdi ile dövüşüdür.
O zaman Yorgi”nin kahvesine çıkarlarmış. Bir akşam kahvede Kargo ile Fresko isminde iki Rum, Tahir”e o akşam bir iki kadeh çakmak için kendilerini meyhaneye götürmesini rica ederler. Tahir kabul eder...Meyhaneye giderlerken (Musalla) ya geldikleri zaman Kadayıfçı Ali”nin oğlu, hiç yoktan yanlarına sokulur, Tahir”e taarruz eder.
Tahir mukabele etmek ister, Hamdi, hemen elini kaldırır, içinde ustura olan bu el bir tokat gibi Tahir”in yüzüne iner. Tahir tehlikeyi anlayıncaya kadar ustura onun sol yanağını ağız hizası ile doğrar, Tahir kendini geri atar, belinden ufak bıçağını çeker, karşılıklı vuruşmaya başlarlar.
Neticede Hamdi on sekiz yerinden yaralı olduğu halde yere yatar, ikisini de hastaneye kaldırırlar. Hamdi”nin ölümden kurtulması bütün doktorları hayrete düşürmüş.
Babası Kadayıfçı Ali :
-Oğlumun ciğerleri görünüyor!
Diye dövünürmüş.
Kavgadan sonra Tahir tevkif edilerek Mehterhaneyi boylar. Yaralı olduğu için hastaneye yatırılır.
O esnada meşhur kasa hırsızlarından Kefalonyalı İspiro da, Acemlerle dövüşerek yaralandığı için onu da Mehterhane hastanesine getirirler. Bu tarihte hapishane müdürü Rıza Beymiş... Bu adamın sopaya istinat eden idaresi hala söylenir.
Tahir”in bulunduğu yerde Kambur Cemal’i öldüren ve yine yaralı olduğu için hastanede tedavi edilen Yeni bahçeli Lütfi de varmış. Kadayıfçı Ali”nin hapishanede elleri var, Lütfi”nin de düşmanları var.
İkisi derhal ittifak ederler, fakat ellerinde silah bulunmaması, bunları düşündürür.
Tahir :
- Lütfi! der, eğer ufak bir bıçak olsun edinmezsek seni de, beni de harcarlar.
Lütfi :
- İmkanı yok, Tahir bey bıçağı nereden bulacağız!
Tahir :
- Senin aklın ermez. Altın anahtar her kapıyı açar.
Ertesi gün Mehterhanenin hastalar ağası Mustafa Efendiyi
çağırır :
- Mustafa Efendi, benim sana bir ricam var.
- Nedir Tahir Bey?.. Bir şikayetin mi var? Elimizden geleni yapıyoruz.
- Hiçbir şikayetim yok. Fakat biliyorsun, Kadayıfçının burada çok adamı var.
- Onlardan mı çekiniyorsun?
- Haksız mıyım? Ali”nin oğlu hala ölümle pençeleşiyor. Babası intikam almak istemez mi?
- Burada size ne yapabilir?
- Her şeyi yapar? Mustafa Efendi, Mehterhanenin iç yüzünü hepimi
- Mahpusların silahlı olmalarının ehemmiyeti yoktur, hepsi Rıza Beyden çekinirler.
- Kabul ediyorum ama, insanın Kadayıfçı Ali gibi düşmanı olursa yalnız Rıza Beyin idaresine güvenmemeli, birazda kendine güvenmeli.
- Haklısın Tahir Bey... Ben sana ne yapabilirim?
- Açıkça söyleyeyim : Mustafa Efendi, bana bir silah tedarik edeceksin.
Mustafa Efendi :
- Aman Tahir Bey...dedi, bunu, benden nasıl istiyorsun?
- Valla amanı, zamanı yok.
- Bunu nasıl yapabilirim?
- Orasını da bilmem. Ben sana beş tane çil altın vereceğim. Nasıl? İşine gelir mi?
O zaman ayda sekiz lira geliri olan evine iç güveyisi damat alırdı. Beş lira ufak görülmeyecek para idi. Mustafa Efendi, yutkundu.
- Tahir Bey, ben seni severim. Fakat başımdan da korkarım.
- Neden korkuyorsun? Bunu seninle benden başka kimse bilemez.
- Ya çakılırsa...
- Çakılırsa ben bu silahı bana hastalar ağası Mustafa Efendi verdi der miyim? Bunu diyecek yaradılışta bir adam mıyım? Sen benim babamı da tanırsın, büyük babam Tahir Paşayı da tanırsın.
- Tabii tanırım.
- Farz edelim ki çakıldı,senide buradan kovdular.
- Çoluk çocuğum var ,mahvolurum.
- Bir şey olmazsın. Seni evvel Allah büyük babanın çiftliğine müdür yaparım. Fakat, kimsenin anlamasına imkan yoktur, müsterih ol. Biz mezara, bu sır mezada.
- Ben de öyle zannediyorum.
- O halde kabul mü?
- Ne yapalım? Seni göz göre öldürtecek değiliz ya...
- Değil mi ya?
Tahir, bir nefes aldı, hemen elini cebine attı, altınları çıkardı.
- Al Mustafa Efendi, işte sana beş lira.
Mustafa Efendi paraları aldı, yeleğin cebine koydu.
Mustafa Efendi o akşam hastahaneye geldi. Tahir”e bir göz işareti yaptı. Tahir de Lütfi’yi yanından uzaklaştırdı...
- Tahir Bey, istediğini getirdim.
- Ver bakayım.
Mustafa Efendi, ceketinin cebinden bir karış boyunda kağıda sarılı bir paket çıkardı, açtı, bu, geyik boynuzu saplı çifte anahtar
( Şefiyeld) marka bir sustalı çakı idi. Sapındaki yaya dokununca saptan çakının ağzı çıkıyor, yaya ikinci bir dokunuşla bıçağın hepsi uzanıyordu. Tahir, elindeki bu pırıl pırıl silaha bakıyor, bakarken sargılar içinde olan yüzünde müsterih bir hava dolaşıyordu. Hemen sustalıyı iç cebine attı.
- Teşekkür ederim, Mustafa Efendi, dedi. Şimdi buyursunlar bakalım.
Ondan sonra yeleğinin cebinden bir lira daha çıkardı.
Mustafa Efendiye uzatarak:
- Mustafa Efendi. Şunu da al. Çocuklara şeker alırsın.
Dedi. Mustafa Efendi:
- Fazla veriyorsun Tahir Bey! dedi
- Al efendim al... Sana ağarlığınca altın versem yine bu iyiliğini unutmam.
- Eksik olma beyim.
Mustafa Efendi gittikten sonra hemen Lütfi geldi:
- Ne haber Tahir Bey?
- Oldu... Şimdi bütün Mehterhane üzerime saldırsa ehemmiyeti yok.
Mehterhanenin hastane koğuşu, şair ( Dante )nin cehennemi tarif ederken, “buraya girenler bütün ümitlerinden tecerrüt ederler” mealindeki yazısına benziyordu. Ölümle pençeleşen yaralıların iniltileri, ölmek için ( morthane ) denilen yere götürülüp ölmeyince dehşetten haykıranların feryatları, kara sevda getiren delilerin sabahlara kadar attıkları naralar, Tahir”e gece uykularını haram etmişti. Bir yandan da yüzüne yediği ustura darbelerinin ıstırabı asabını bozuyordu.
Bütün bunlara ilave olarak bir de kasa hırsızı İspiro vardı.
Mehterhane hastahanesinin pencereleri tersane kısmına olduğu için İspiro pencereden tersanedeki Rumlarla bağıra bağıra konuşuyordu. Bu karşılıklı sohbet saatlerce devam ediyor, hastaları perişan ediyordu. Fakat İspiro’ya ihtar etmek kimin haddine düşmüştü? İspiro, hem Mehterhane, hem de tersane kısmında herkesi yıldırmıştı, onun hakkından yalnız hapishane müdürü Rıza Bey geliyordu. Evvelce İspiro uzun bir mahkumiyetle hapishaneye düştüğü zaman, tünel kazmak suretiyle kaçmak istemiş. Firarı haber alan müdür Rıza Bey, gardiyanlardan hiç birinin tünele girmeye cesaret edemediğini görünce, İspiro”yu
takip eylemek üzere soyunmuş, tünele girmiş, sürüne sürüne İspiro”ya yetişmiş.
- Ulan İspiro! Yakalandın, geriye gel!
İhtarına İspiro:
- Ne geleceğim? Git işine vire...
Diyerek çıkılacak yerin zayıf torağına bir an evvel erişmeğe çalışmış. Rıza Bey:
- İspiro! Ben senin yakanı bırakmam,geri gel.
Dedikçe İspiro:
- Çok uğraşma. Şimdi toprak çökecek... ikimizde altında kalacağız.
Biri önde, öteki arkada yer altında cereyan eden muhaverenin böyle devamından sıkılan hapishane müdürü, belinden bıçağını çıkartarak:
- İspiro, geri gelmezsen seni şişlerim.
İhtarına da kasa hırsızının aldırmadığını görünce uzandığı yerden İspiro”nun kaba etine bıçağı dürtmüş...
- Ah vire mudur bey... Ne yaptın?
- Ne yapacağımı söyledim. Hafif bir hacamat yaptım. İkinci bir dürtme İspiro”yu olduğu yerde kıvrandırmış.
- Ah, aman... Mudur bey...
- Eğer yavaş yavaş geri gelmezsen, kıçını kevgire çevireceğim.
İspiro, üçüncü bıçak üvendiresini yiyince tepinmeye başlamış. Rıza Bey:
- Tepinme ulan! Kokulu ayakların suratıma geliyor.
- Ama bacaklarımdan kan akıyor...
- Sürüne sürüne geri dönmezsen her tarafını delik deşik edeceğim.
Rıza bey uzanmış, bu sefer bıçağı biraz daha fazlaca dürtmüş...
- Ah! Yandım ...
- Bağırma ulan! Benim dürttüğüm yerler zararlı değildir, nihayet biraz kuyruk yağını eritir.
- Yapma be mudur bey...
- Ulan deli gavur... Yapma olur mu?
- Ama ben mahpus... Beni işi kaçmak...
- Bende müdür... Benim işimde yakalamak... Bir hacamat daha edeyim mi?
İspiro, içini çekmiş...
- Bıçaklama... Geleceğim.
- Ha şöyle... Yola gel. Ben geri geri gidiyorum. Burada manevra olmuyor. Tornistanla çıkacağız.
Rıza Bey gerilemiş. Bu suretle açılan deliğe kadar gelmişler. Deliğin başında gardiyanlar, müdürü ayaklarından çekerek çıkarmışlar, Rıza Beyi kantere batmış, yüzü gözü toprak içinde, bilhassa İspiro”nun kaba etinden akan kanlara bulaşmış görünce hepsi merakla sormuşlar:
- Ne oldu beyim? Yaralandınız mı?
Rıza Bey :
- Yaralanmadım, İspiro’yu biraz dürtükledim.
Arkadan İspiro’yu da çıkarmışlar, hasta hane de yaralarını sarmışlar, ondan sonra da ayağına demir vurarak zindana atmışlar. Mehterhane zindanı hapishanenin devamlı müşterilerinden Deli Faik şöyle anlatırdı :
- Burası öyle cenabet bir yerdir ki, ekmek yerken kediden büyük fareler, ekmeğin bir tarafından yapışırlar, çeke çeke güç kurtarırız.
İspiro, bundan dolayı Rıza Beyden çok korkardı. Hapishane müdürünün dövdüğü zaman Allah yarattı demediğini kaç defa nefsinde tecrübe etmişti.
İspiro, Mehterhanede Müdür Rıza Beyden başka hiç kimseye ehemmiyet vermezdi.
Tahir, saatlerce devam eden bu musahabeden sinirleniyordu, bir gün Mustafa Efendiyi çağırttı:
- Mustafa Efendi, ben burada çok rahatsızım. Müdür Beye söyle beni içeriye versin.
Mustafa Efendi:
- Olamaz beyim, dedi. Doktor, taburcu etmedikten sonra hastahaneden çıkamazsınız, sonra yaranızı kim pansuman yapacak?
- Ben yaramdan şikayet etmiyorum, sinirlerim bozuluyor.
- Neden?
- Neden olacak? Üstümüzdeki katta kasa hırsızı İspiro var. Gece demez, gündüz demez, Tersanedeki Rumlarla pencereden konuşur. Bir dakika rahat huzur yok... Ne kafa kalıyor ne beyin.
- İstersen bir kere kendisine söyleyelim.
- Ne yaparsan yap. Bu gavura söyle... Lafa yekun tutsun.
Mustafa Efendi, hemen kalktı, üst kata çıktı. İspiro yatağın üstünde oturuyordu.
- Vakitler hayrolsun İspiro.
- Öyle olsun...
- Sana bir şey rica edeceğim.
- Söyle.
- Hastalar senden şikayet ediyorlar.
- Ne şikayeti?
- Sen bütün gün, pencereden Tersanedeki Rumlarla konuşuyormuşsun.
- Ne olur? Konuşmak yasak mı?
- Öyle pencereden pencereye konuşmak yasak... Ama biz aldırmıyoruz, ona bakma... Fakat buradakiler hasta... İstirahat etmek istiyorlar.
İspiro, oturduğu yerden doğruldu. Mustafa Efendiye :
- Bre Mustafa... dedi. Bana bunu için geldin.
- Evet, bunu ricaya geldim.
- O ki benden şikayet yapıyor. Gelsin, yüzüme söylesin, onun ağzını burnunu kırayım.
Ondan sonra Mustafa Efendiye :
- Bre leblebici, sen ne zaman adam oldun da bana, İspiro’ya sus diyorsun.
Mustafa Efendi, cevap vermedi. Rumun her cinayeti, her alçaklığı yapacak yaradılışta bir şerir olduğunu biliyordu. Üzerine saldırırsa, onu tokatlasa bile mukabele edemeyecekti. İspiro :
- Haydi vre... Defol buradan, dedi, yoksam seni parçavura yaparım.
Yapardı da... Mustafa Efendi, “ite dalaşmaktansa çalıyı dolanmak yektir” sözünü düşündü, hiç bir şey söylemeden kalktı, merdiveni inerken İspiro arkasından Rumca söylemediği küfür bırakmıyordu, onları da duymamazlıktan geldi.
Aşağı Tahir”in yanına geldiği zaman rengi sapsarı idi.
- Hayrola Mustafa Efendi rahatsız mısın?
- Değilim ama şimdi oldum.
- Neden?
- Gavur beni kovdu, söylemediği küfür de bırakmadı.
Tahir, düşündü, daha Kadayıfçı Ali”nin oğlunun meselesi kapanmadan yeni bir vaka çıkarmak istemiyordu. Mustafa Efendiye sordu :
- Ne dedi?
- Söylemem. Yalnız şunu bil Tahir Bey... Eğer çoluk çocuk sahibi olmasam Allah ya bana verirdi, ya ona...
- Sen söylediğin zaman ne cevap verdi?
- Benden şikayetçi olanlar gelsinler yüzüme söylesinler, onların ağızlarını burunlarını kırayım, dedi.
- Ya!..Öyleyse ben Lütfi ile de bir haber yollayacağım. Lütfi Rumca bilir, belki gavuru yumuşatırız.
Mustafa Efendi gittikten sonra Lütfi”yi çağırdı:
- Sen Rumca bilirsin. Şu herife git, tatlılıkla anlat.
Lütfi:
- Tahir Bey! İspiro tatlı dilden anlamaz, inadına aksini yapar, hem istediğiniz olmaz, hem de gavurla dövüşürüz.
- Korkuyor musun Lütfi?
- Ne korkacağım. Ver bana sustalıyı... Herifi temizleyeyim.
- Öyle bir şey düşünsem onu ben de yaparım. İş çıkartmamak istiyorum. Sana ne söylüyorsam öyle hareket et.
- Peki Tahir Bey, gideyim söyleyeyim. Fakat bana kalırsa müdüre söyleyelim, İspiro, Rıza Beyden korkar.
- Mektep çocuğu gibi şikayet edemem. Sen, dediğimi yap... Bakalım ne diyecek? Ters bir şey söylerse o zaman düşünürüz.
Lütfi ikinci kata çıktı. İspiro kumral palabıyıklarını bükerek dolaşıyordu. Lütfi mülayim bir tavırla:
- Kalimera be İspiro. (sabahlar hayır olsun be İspiro.)
Dedi. Kefalonyalı homurdandı :
- Kalimera...
- Ti ekhi, ti denekhi? (Ne var, ne yok)
- Tipoto denekhi... (Bir şey yok.)
Lütfi, İspiro”yu biraz yumuşatmak için bir hulus çakmak lüzumunu hissetti:
- Esi kabadayis antroposise.. (Sen kabadayı adamsın.)
Bu huluskarlık beklenen tesiri yapmadı, kasa hırsızı:
- Katakava, katalava... Ti telis na pis? (Anladık... anladık... Ne demek istiyorsun?)
- San esena enas antopos plikomenos kato playazi ( Aşağıda senin gibi yaralı hasta var...)
- Ti telis na pise (Ne demek istiyorsun? )
- Esi poli dinata milis... Piyosiğa mila... ( Çok yüksek sesle konuşuyorsun...Biraz yavaş konuş.)
- Hayda vire gaydare, pezevengi esi ta mepis na milo ega siga. To keyfimu etsi teli... Hayda trava ton arabasu... İde alos ke sena tase diyotose... (Haydi oradan eşek pezevenk. Sen kim oluyorsun da bana yavaş konuş diyorsun, keyfim böyle istiyor, haydi çek arabanı... yoksa seni ötekilere benzetirim.)
Buna karşı söylenecek hiçbir şey yoktu. Lütfi sesini çıkarmadı, merdivenleri indi. Onunda Mustafa Efendi gibi rengi atmıştı. Ağır ağır Tahir”in yanına geldi.
- Ne oldu?
- Ne olacak? Bağırtısını işitmedin mi?
- Kulağıma bir ses geldi ama Rumca bilmediğim için anlamadım.
- İsabet olmuş. Gavur bana öyle küfür etti ki... Üzerimde bir şey olsa üstüne atılacaktım. Ne eşekliğim, ne pezevenkliğim kaldı. Tahir Bey, durup dururken bana hakaret ettirdin.
Lütfi”nin sesi titriyordu. Kendini tutmasa hüngür hüngür ağlayacaktı.
- Sana söyledim de... Bu herif laftan anlamaz, dedim. Teres yerden alıp gökte savuruyor, kabadayısın dedik, arslansın dedik... Biz dedikçe o kabardı.
Lütfi burada ufacık bir diplomatlık yaptı.
- Sana da, seni gönderene de... diye yukarıdan aşağı kalayladı.
- Ya?.. Demek öyle dedi?
- Eksik bile söyledim.
- Öyleyse birde biz söyleyelim bakalım.
Tahir, İspiro”nun bulunduğu kata çıktı, İspiro yine bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. Vaziyetin nezaketle, insafa davetle halledilecek tarafı kalmamıştı. Doğrudan doğruya belanın ortasına dalmak lazım geliyordu, Tahir de öyle yaptı:
- Ulan gavur oğlu, dedi, seni buraya başımıza hediyelik mi gönderdiler.
İspiro durdu. Karşısındaki genç adama husumetten ziyade hayretle baktı.
- Bana söylüyorsun?
- Sana söylüyorum.
İspiro, sanki ona acıyormuş gibi bir eda ile:
- Haydi vire... Git işine. Sabah sabah başımı belaya sokma... dedi.
Tahir :
- İşte ben o belayı aramaya geldim.
İspiro:
- Senin dinini, imanını...
Diye küfre başladı, fakat tamamlayamadı. Karyolanın yanındaki dolabın üzerinde büyükçe bir bakır maşraba vardı. Tahir şimşek gibi bir süratle atıldı. Maşrabayı aldı, ağız tarafını eliyle kavradı, dip tarafını İspiro”nun ağız burun nahiyesine doğru öyle bir vurdu ki, darbenin şiddetinden İspiro”nun kafası arkaya doğru yaylandı.
Rum kabadayısının kendine gelmesine vakit kalmadı. Tahir, bir yumruk da gözünün üzerine indirdi. İkinci yumruk çelmeli geldi, İspiro sırtüstü yuvarlandı. Tahir hemen üstüne çöktü, bir eliyle boğazından tutmuş, öbür eli makine ile hareket eden bir balyoz gibi işliyordu. İspiro mezbuhane gayretler sarfederek kendini toparlamaya çalışıyordu. İkisi de insan şeklinden çıkmışlardı. Tahir İspiro”yui iki eliyle gırtlağından yakalamış, kaldırıyor, kafasını döşemeye vuruyordu. Artık kanlı bir et yığını haline gelen kafanın insan başı denecek hali kalmamıştı. Tahir çelik parmakları ile o çakalı kumral bıyıklara yapıştı, yoldu kopardı, kozmetikli saçlar öbek öbek koptu.
Gürültüyü işitenler koşuştular. Deliler, koğuşlarının kapısına yığılmışlar, yirmi dört saat durmadan konuştuğu için İspiro”dan dayak yiyen Deli Aziz bağırıyordu:
- Vur deyyusu öldür! Bakma gözünün yaşına...
Öbür deliler de sünnet düğünündeki hokkabaz Yahudiler taklit ederek bir ağızdan haykırıyorlardı:
- Oldu da bitti maşallah... iyi olur inşallah!
İspiro”nun ağzından köpüklü kanlar geliyordu.
Yukarıya en evvel Lütfi, arkasından hastalar ağası Mustafa Efendi koşmuştu. Tahir korkunç bir hale gelmişti, yüzündeki ustura yarasının bağı çıkmış, gözleri çeşmhanelerinden fırlamıştı, bu halde kimse üzerine varamıyordu.
Mustafa Efendi, dostlar alışverişte görsün kabilinden:
- Yapmayın yahu! Ayıptır. Ayrılın !
Diyor, fakat ne kendisi ayırıyor, ne de gardiyanlara ayırtıyordu. Bir iki gardiyan Tahir”i çekmek istediler.
- Dokunmayın... Canınıza okurum.
Diye bağırınca sokulmadılar. Mustafa Efendi:
- Bırakın yahu! Görmüyor musunuz? Tahir Bey hiddetten deli olmuş. Bırakın hırsını alsın.
Diyordu. İspiro’nun artık ileri tutar yeri kalmamış, ölü gibi yere uzanmıştı. Tahir kalktı, onda hasmını, dövecek yeri kalmadığı için bırakan bir Hint horozu hali vardı. Tımarcılara :
- Şu yüzümü sarın... dedi.
Mustafa Efendi:
- Pansuman yapın, gazlı bez getirin...
İspiro uzandığı yerden doğruldu, fakat başında Tahir”i görünce tekrar uzandı. Yattığı yerde elini başında, yüzünde dolaştırıyordu.
Tımarcılar:
- Buyur, Tahir Bey, aşağı gidelim de pansıman yapalım.
Dediler, birinci kata indiler. Lütfi”nin etekleri zil çalıyordu, Tahir’e:
- Tahir Bey! Dedi, gavurun işi tamam.
- Öldü mü?
- Ölmedik neresi kalmış?
Hakikatten de öyleydi. Gardiyanlar, İspiro”yu koltuklarına girerek kaldırdılar,
yatağına oturttular, yüzünü gözünü yıkadılar. İspiro başını dik tutamıyordu.
Lütfi, hemen yukarıya fırladı, İspiro”nun suratına baktı, içinden kahkahalar fıkırdıyordu, hemen cebinden ufak bir ayna çıkardı, yüzüne tuttu :
- İspiro! dedi. Na ki taksis to pro soposo , ki takse ston karfeti... (Yüzünü görmek ister misin? Aynaya bak.)
İspiro”nun aynaya bakacak, kendini görecek hali yoktu.
- Gamo ti Manasu...
Diye Rumca en galiz bir küfür savurdu.
Şimdi asıl mesele burada başlıyordu. Kavga, hapishane Müdürü Rıza Beye aksedecekti. Müdürün böyle vakalara tahammülü yoktu. Kavga edenleri mutlaka döver, ondan sonra da ayağına demir vurarak zindana atardı.
Tahir, bundan endişe ediyordu. Ne kişizadeliği, ne kabadayılığı bunu hazmedecekti. Lütfi’ye :
- Tabi Müdürün karşısına çıkacağız, fakat bana tokat vurmaya yahut mektep çocuğu gibi falakaya yatırmaya kalkarsa mukabele ederim, dedi.
Lütfi :
- Sana bir şey yapacağını zannetmem, zaten İspiro”yu sevmez, belki onu dövdüğüne memnun bile olacaktır.
- Orasını bilmem. Ben karar verdim, dayak atmaya kalktılar mı? İlk işim Müdürün boğazına atlamaktır, ondan sonra isterlerde beni öldürsünler.
Lütfi, vaziyeti Mustafa Efendiye açtı :
- Mustafa Efendi, Allah vere de Müdür Bey Tahir Beye fena muamele etmese...
- Onu bende düşünüyorum.
- Şöyle hafif bir çıtlatsan nasıl olur?
- Ne söylüyorsun Lütfi? Rıza Beye böyle şey açılır mı?
“Sen benim idareme ne karışıyorsun?” diye beni bile döver.
- Ne yapacağız?
- Hiç... Olmaz inşallah der, bekleriz.
Bir iki saat sonra gardiyan geldi:
- Müdür Bey istiyor.
Diye İspiro ile Tahir”i aldı, Müdürün dairesine götürdü. Odaya girdikleri zaman Rıza Bey masanın başında oturuyordu. Evvela İspiro girdi. Rıza Bey gardiyana sordu:
- Kim bu?
- İspiro...
Rıza Bey hayretle baktı :
- Alay mı ediyorsun? dedi, bunun neresi İspiro?
- İspiro, Beyim.
Rıza Bey :
- Ulan, dedi, buna ne olmuş? Bu ne surat bu!
İspiro”ya sordu:
- Ne oldu sana?
İspiro, Tahir”i gösterdi:
- Kavga yaptık.
- Ulan buna kavga demezler, dayak yedim derler. Kafanda saç kalmamış... Nerede o palabıyıklar? Hamamotumu tutundun? Hepsi yolunmuş... Kel tavuğa dönmüşsün. Ağzın burnun birbirine girmiş... Gözlerin görüyor mu bari?
İspiro cevap vermiyordu. Rıza Bey Tahir”e döndü:
- Bunu sen mi bu hale koydun?
Tahir :
- Ne yapayım efendim, dedi. Kendimi müdafaa ettim.
- Anlat bakalım... Mesele nedir?
Tahir :
_ Efendim, dedi, sizce malum bir vak”adan dolayı yaralı olarak hastahanedeyim, istirahate ihtiyacım var. Bulunduğumuz yerde delilerin koğuşu var, bağırırlar, çığırırlar. Sonra mortohane var, orada can çekişenlerin iniltileri eksik değil. Gece gündüz sinir içindeyim... Bunlar yetmiyormuş gibi bu herif de geldi... Sabahtan akşama kadar hastahane penceresinden Tersanedeki Rumlarla bağıra bağıra konuşur. Gündüz bu, gece de deliler... İllallah dedik. Evvela hastalar ağası Mustafa Efendiye rica ettim : “ İspiro”ya selam söyle, hastayım. O kadar yüksek sesle konuşmasın!” dedim. Mustafa Efendiye küfür etmiş, kovmuş. Adamcağız yanıma geldiği zaman eli ayağı titriyordu. Arkadan benimle yatan Lütfi’yi gönderdim: “Sen Rumca bilirsin. Bu herifle kendi dili ile konuş, belki meram anlatırsın.” dedim. Ona da küfür etti, kovdu. Arkadan ben gittim. Yumuşak yumuşak laf ederek halimize merhamet etmesini söyler söylemez dinime imanıma küfür ederek üzerime saldırdı. Ben de kendimi müdafaa ettim, böyle oldu.
İspiro :
- Suratımda maşraba vurmuş.
Tahir :
- Ne yapayım? Başka türlü canımı kurtaramazdım ki...
Rıza Bey, İspiro”ya :
- Böyle mi oldu? dedi. Sana Mustafa Efendi söyledi mi?
İspiro cevap vermedi.
- Söylesene ulan hergele...
- Evet söyledi.
- Sonra Lütfi de söyledi mi?
- Söyledi.
- Ne halttin de dinlemedin?
- Tersanede beni kardaş çocukları var. Onlarla konuştum.
- Onlarla konuşmak için kimden izin aldı?
İspiro cevap vermedi. Rıza Bey yerinden kalktı:
- Ulan teres! dedi, sen dine imana nasıl küfredersin? Benim hapishane müdürü olduğumu unuttun mu? Donunu çözüp domalsan kazdığın tünelde kıçın soktuğum bıçakların izi görünür.
Rıza Bey gerildi. Tokat vuracağı zaman bu vaziyeti alırdı. İspiro, tokatı hazmetmek için son bir gayretle başını omuzlarının arasına gömdü. Rıza Bey bir saniye durdu, sonra:
- Nerene vurayım ulan pezevenk? dedi, bana vuracak yer kalmamış ki... Suratın yangın yerine dönmüş.
İspiro, sesini çıkartmıyordu. Rıza Bey, Sergardiyana sordu :
- Bunun pencereden konuştuğu kimlerdir?
- Üç tane Rum var: Niko, Sotiri, Petro...
- Şu hırsızlıktan mahkumlar değil mi? Getirin onları bana..
Biraz sonra üçü de müdürün karşısına dizildiler, Rıza Bey, İspiro”yu göstererek :
- Bunu tanıdınız mı? Tanımadınızsa kim olduğunu söyleyeyim: Bu sizin kabadayınız Kefelonyalı İspiro”dur, siz her gün bununla ne konuşurdunuz?
Üçü de bu sualin arkasından ne geleceğini anlamışlardı. İçlerinden biraz laf etmesini bilen Petro”yu : “Sen söyle” der gibi dürttüler. Petro fesini düzeltti:
- Mudur Bey! dedi. Beni kız kardaş, İspiro halası oğlu ile evlenmiş... İspiro ondan alazak var, bunu için bize konuşmuş...
- Bunu sergardiyana söyledin mi?
- Yok solemedim...
- Kimseden izin aldın mı?
- Matofeo... Efendimu... Bilmiyorum.
- Ulan, İspiro sizden parasını isteyecekse bu bir defa söylenir, her gün ne konuşuyordunuz? Yine tünel mi kazacaktınız?
- Vallayi, billayi, baska bir şey konuşmadı.
Rıza Bey, sergardiyana :
- Bunları al...Üçünü beraber aşağıya koy. Bir hafta sonra aklıma getir, dedi.
Sonra İspiro”ya baktı:
- Bunu da yanlarındaki hatırlıların yanına koy, ayaklarına demir vur.
İspiro:
- Mudur Bey! dedi, ben yaralı, ben hasta.
- Önüne gelenin dinine imanına küfrettiğin zaman hasta değilsin. Yaralarını sıçanlar yalar, iyi eder seni. Haydi!
Gardiyanlar hepsini aldılar, götürdüler.
Rıza Bey, Tahir’e baktı:
- Tahir Bey, dedi, ben pederini tanırım. Sana fena muamele yapmak istemem. Benim burada kendime göre tutumum var. Ben kavga, düğüş, kabadayılık filan tanımam.
Tahir , biraz ferahladı:
- Beyefendi, dedi, vallahi kabahat bende değil.
- Bende, sende, onda... Orasını bilmem, mademki bu adam seni rahatsız ediyordu, bana neye haber vermedin?
- Erkekliğime yediremedim.
- Böyle şey olur mu? Dışarıda ne isterseniz yapın, fakat ben burada öyle şey tanımam.
- Nasıl olsa bu herifle aramızda bir vak’a olacaktı.
- O vak’anın burada olmasına tahammül edemem.
- Bundan sonra...
- Bundan sonra istersen bir daha yap. Şimdi sana başkalarına ettiğim muameleyi yapmıyorum, fakat ikinci defa böyle bir iş için karşıma gelirsen hakkında hayırlı olmaz.
Tahir, sesini çıkarmadı. Rıza Bey:
- Haydi git.
Dedi, bu iş de böyle kapandı, düğüş için zabıt dahi tutulmadı.
İspiro, dört gün sonra zindandan çıktı, yine hastahaneye geldi. Tamamen süngüsü düşmüştü. Sesi sedası çıkmıyordu.
Birkaç gün sonra Lütfi, Tahir’e :
- Tahir Bey, dedi. Bu sabah seninki ile konuştum.
- Kim o benimki?
- İspiro ile...
- Yine küfür mü etti yoksa?
- Yok canım ne küfrü? Laf edecek hali yoktu. “Kabahat bende oldu” diyor.
- Kabahatin kendinde olduğunu anlaması için demek onun anlayacağı lisanla konuşmak icap ediyormuş.
- Ne ise Tahir Bey... Artık üsteleme de tatlıya bağlayalım.
- Yani ne yapalım? Benim kasa hırsızı İspiro ile ne işim olabilir?
Bir iki gün daha geçti, bu sefer de Mustafa Efendi araya girdi:
- Tahir Bey! dedi, ben sizi İspiro ile barıştıracağım.
Tahir güldü :
- Mustafa Efendi. İspiro ile barışsam ne olacak? Barışmasam ne olacak?
Mustafa Efendi:
- Bana söyleme, dedi, ama işin doğrusunu söyleyeceğim.
- Yoksa aramızda çıkacak yeni bir vak’adan mı korkuyorsunuz?
- Hayır... Bunu kendisi istiyor.
- Sen bu teresle yine laf ediyor musun? Bana o gün geldiğin zaman rengin kireç gibi olmuştu, çoluk çocuğum olmasa kapışacaktım diyordun...Bunu nasıl unuttun?
- Bana tarziye verdi. Yaramın acısından ne yaptığımı, ne söylediğimi bilmiyordum, dedi.
- Şimdi ne yapalım?
- Barışıver, olsun bitsin.
- Peki Mustafa Efendi, dediğin gibi yapalım.
Bir saat sonra önde Lütfi ile Mustafa Efendi, arkada İspiro geldiler. Tahir, oturduğu yerde biraz kımıldandı. Mustafa Efendi :
- Tahir Bey! dedi, İspiro sana özür dilemeye geldi.
İspiro hala kavganın izini yüzünde taşıyordu, elini uzattı, Tahir de reddetmedi.
- Buyur, İspiro otur.
- Dur! Bre Tahir Bey, evvela yüzünde öpezeyim.
- Yok canım, ne lüzum var?
- Var, sen adamakilli kabadayı adam...
Tahir’in boynuna sarıldı. Yüzünden öptü.
- Bu is ki benim basımda geldi... Nasin oldu? Agnamadim.
- Bırak şimdi o lafları canım...
İspiro ellerinin iki parmağını bir salip şekline sokarak öptü.
- Ama Tahir Bey... Ben sana yürekten düsman olmamisim.
- Anladım. Anladım... Sen din iman küfredince... Benim de aklım başımdan gitti.
- Ama şimdi... Artık arada bir şey yok. Sana birisi yan baksa .. İspiro onu..
- Tahir:
- İspiro, dedi, sana bu lafları bırak diyorum, bana yan bakacak olana ben meram anlatmasını bilirim.
- Doğru... Dobra dobra laf...
Mustafa Efendi:
- İspiro birkaç gün sonra taburcu olacak.
- Güle güle gitsin.
İspiro :
- Nerde gidezek...Hastahane sikazak, kovusda gidezek...
Mustafa Efendi:
- İspiro çok güzel güveç yapar. Yarın öğle için bir güveç yapacakmış. Yemeği beraber yiyelim diyor.
Tahir, muvafakat etti. İspiro’nun etekleri ıslık çalıyordu.
- Ama öyle bir güveç yapazayim... Parmakları da beraber yiyezek... Burada furno yok. Gönderezeyiz dışarda.
Cebinden bir mecidiye çıkardı. Mustafa Efendiye uzattı:
- Mustaefendi... Ne ki lazımsa alazaksin.
İspiro, ertesi günü kolları sıvadı, büyük bir güveç hazırladı, fırına gönderdiler. Hastalar ağası Mustafa Efendinin odasında toplandılar. Yenildi, içildi, iki hasmın barışması bu suretle bir ziyafetle tes’id edilmiş oldu.
Bu menkıbeleri okuyanlar o zamanki hapishane rejimine hayret etmişlerdir. Fakat, bu böyle idi. Cezaları az kalanların, dış kapıda iskemle atıp oturarak Sultanahmet kahvelerinden nargile getirtip içtikleri de olurdu.
Kadayıfçı Ali’nin oğlu Hamdi aldığı yaralara rağmen ölmedi, mahkemede karşılaştılar. Bütün şahitler, Tahir’in lehinde idi. Bilhassa Kargo ile Fresko’nun şahadetleri ağır bastı. Mahkeme Reisi, Tahir’e soruyordu :
- Aranızda bir husumet var mı idi?
Tahir :
- Hiçbir husumet yoktu. Kendisini tanımam bile... Sorun sizde anlayacaksınız.
Diyor, o zaman Hamdi’ye:
- Durup dururken ne diye bu adama taarruz ettin?
Sualine Hamdi:
- Reis Bey, ben yoluma giderken bana küfretti.
Diyor, fakat bu cevap mahkemeyi tatmin etmiyordu. Şahitler tekrar isticvap ettiler. Hepsi de evvelki ifadelerini tekrar ettiler, Reis rapora baktı:
- İlk olarak kim kimi yaraladı? dedi.
İlk yarayı yiyen Tahir’di.
- Efendim, ceketinin iç cebine elini soktu. Fenerin ziyasında avucunda usturanın parladığını gördüm, fakat birden kendimi koruyamadım. Yüzüme vurdu... Ben, ona karşı bir kastım olsaydı, silahlı bulunurdum. Yanımda ufacık bir bıçaktan başka bir şey yoktu. Onunla canımı güç kurtarabildim.
Dedi. Mahkeme ikisini de mahkum etti, fakat Hamdi’ye daha fazla ceza vermişti.
Şimdi Kadayıfçı Ali’nin içerideki dostlarına karşı kendini korumak lazım geliyordu. Tahir, bunu da temin etti. Nihayet cezasını bitirerek çıktı.
Bundan sonra sahneye Hamdi’nin babası Kadayıfçı Ali çıkıyordu. Tahir, Kadırga’da Yorgi’nin kahvesine gidiyordu. Yorgi kahveyi getirdiği zaman:
- Tahir Bey! diyordu. Bir iki saat evvel Kadayıfçı Ali, kardeşi Süleyman, birde tanımadığım bir adam geldiler.
- Gelirler ya... Bana ne?
- Ama seni sordular.
- Ne dediler?
- Karamusallı gelmiyor mu? dediler.
- Sen ne dedin?
- Geliyor, dedim. Sabah da uğruyor, akşamda...
- Başka bir şey söylemediler mi?
- Yok... Kahvelerini içtiler, gittiler.
Tahir, bazı akşam Sandıkburnu’na uğruyordu. Ona hizmet eden garson:
- Tahir Bey, diyordu,dün akşam seni sordular.
- Kim sordu?
- Kadayıfçı Ali ile arkadaşları.
- Ne dediler?
- Tahir Bey, uğramıyor mu? dediler. Bende arada uğrar, dedim.
Tahir, sinirlenmeye başlıyordu. Çünkü onun devam ettiği bütün gazinolar, birahaneler, kahveler, Kadayıfçı Ali ile arkadaşları tarafından muntazaman ziyaret ediliyordu.
Bir gün bu meseleyi halletmek istedi. Belindeki tabancasının kılıf kapağını açtı, saldırmayı koltuğunun altına yerleştirdi,söğüt yaprağı bıçağı da el atar atmaz avucuna gelecek şekilde düzeltti. Kadayıfçı Ali’nin Aksaray”da çıktıkları kahveye gitti. Kadayıfçı bütün arkadaşları ile orada idi.
Tahir, kapıyı açtı, girdi. Onu görenler birden sustular. Yavaş yavaş yürüdü, kahvenin ortasına geldi. Kadayıfçı Ali’ye ve yanındakilere :
- Arkadaşlar, dedi. Günlerden beri beni arıyormuşsunuz. Nereye gitsem Kadayıfçı Ali ile arkadaşları seni sordu diyorlar. Düşündüm, belki söyleyecek mühim bir sözünüz vardır. Onu sormağa geldim. Buyurun, bekliyorum. İsterseniz burada konuşmayalım, isterseniz dışarı buyurun, orada görüşelim... İsterseniz, bana bir yer söyleyin... Ben oraya geleyim.
Kabadayılık aleminde böyle posta okunmamıştı.
Kadayıfçı Ali, kardeşi Süleymanlar, onların pangasına dahil olanlar tehlikeli adamlardı. Onlara karşı böyle meydan okumak yapılır şey değildi. Bunu yapan genç bir adamdı, fakat Tahir, istim üstünde bir motor gibiydi. Birisi kımıldansa olduğu yerde mıhlayacaktı.
Bunu onlarda anlamışlardı.
İstanbul kabadayıları biraz da diplomat adamlardır. Vaziyeti idare etmesini gayet iyi bilirler. Kadayıfçı vaziyetin vahametini derhal kavradı. Bu esnada:
- Aradıksa aradık... Ne demek istiyorsun?
Demiş olsa Tahir’in evvela onun üstüne atlayacağını anladı. Aralarında bir arbede kopacak olursa, Tahir’in gözünü daldan budaktan esirgemeyeceğini derhal taktir etti. Ortalık karışacak olursa ve netice itibariyle Tahir çokluğa karışıp mağlup olsa dahi asıl kabağın onun başında patlayacağı muhakkaktı.
Bütün bu mülahaza bir anda hatırından geçti. Tahir’in posta okumasını tatlı tarafından aldı.
- Buyurun Tahir Bey, dedi, bir kahvemizi için.
Tahir:
- Yok, dedi, teşekkür ederim. İşim var. Pek sıkı fıkı aradığınızı söylediler de bilhassa onun için gelmiştim.
Ali, ısrar etti:
- Buyur... Bir kahvemizi reddetme...
Tahir müşkül vaziyette idi. Otursa, hısımları tarafından bir kahpeliğe maruz kalmaktan çekiniyor, oturmasa bu kadar nazikane bir daveti reddetmeyi kabadayılığa yakıştıramıyordu.
Saatine baktı, vakti varmış gibi yaptı, masalarına yaklaştı. Hepsi ayağa kalktılar.
- Buyurun! Şöyle buyurun.
Tahir, Kadayıfçı Ali”yi soluna alacak şekilde peykeye oturdu.
- Merhaba Tahir Bey...
- Merhaba.
- Merhaba.
Ali kahveciye seslendi:
- Gel oğlum... Bak, Tahir Bey ne emrediyor?
- Ufak fincanla bir orta şekerli yap.
Kahveci tabii, maşasını şıkırdatarak ocağa seslendi:
- Orta şekerli bir. Nazik gel.
Ali, hemen tabakayı çıkardı, bir sigara sardı, ağıza gelecek yerini yapıştırmayarak Tahir’e uzattı. Tahir, sigarayı aldı, hemen ötekiler kibritleri çaktılar.
Ali bir daha keyif sordu:
- Daha iyisin inşallah Tahir Bey?
- Çok şükür... Sende iyisin inşallah.
- Hamdolsun.
Herkes sustu. Tahir bekliyordu. Kadayıfçı Ali :
- Şimdi benim seni niçin aradığımı söyleyeyim.
- Dinliyorum.
- Bizim Hamdi ile aranızda geçen vak’adan çok üzüldüm. Malum’a... Nede olsa babalık...
Tahir:
- Anlıyorum, dedi. Fakat bu işte benim suçum taksirim yok ki... Ben senin oğlunu tanımam bile.
- Biliyorum. Fakat oğlanı öyle vurdun ki ha öldü ha ölecek diye bekledik.
- Ben onu vurmasam, o beni doğrayacaktı. Bak yüzüme...
- Biliyorum. O akşam biraz içkili imiş.
- İçkili ise bana ne? Bu zıkkımı içmesini bilmeyen içmez.
- Bu işte kabahatin Hamd’de olduğunu bildiğim için ortadan bu husumeti kaldırmak istedim.
Tahir :
- Ben öyle zannetmedim, dedi, beni ısrarla aramanızdan doğrusu aklıma başka şeyler geldi.
Kadayıfçı:
- Nasıl olur Tahir Bey, dedi,böyle bir fikrimiz olsa seni aradığımızı söyler miydik?
Tahir:
- Ne bileyim, dedi, belki göz dağı vermek için arıyorlar diye düşündüm. Mademki bugün görüştük, konuştuk. Artık bir daha bundan bahsetmeyelim.
Kadayıfçı Ali:
- Edelim, dedi sizin Hamdi ile barışmanız lazım. Çünkü o, sana karşı haksızlık etti. Gelsin, öpüşünüz ve her şey ortadan kalksın...
Tahir saatine baktı:
- Bana müsaade ediniz... dedi, yine görüşürüz.
- Hay hay. Fakat bugünlerde Hamdi gelip senden özür dileyecektir.
- Ali Efendi, özür dilemeğe lüzum yok. Haksız olduğunu anlasın...Kafidir.
Birbirlerinin elini sıktılar ve dostça ayrıldılar.
Bu hadise Tahir’e birkaç puan daha kazandırdı. Kahveye girip yedi sekiz kişiye meydan okuduğu derhal muhitlere yayıldı. Kadayıfçı Ali’ye hıncı olanlar, Tahir’i gökyüzüne çıkarıyorlardı:
- Bundan sonra artık kabadayılıkta idman yapmak isteyenler Kadayıfçıya çatsınlar. Herif, bükemediği bileği öpüp başına koyuyor. Nerede o yerden alıp gökte savuran babayiğitler?. Karşılarına Tahir Bey dikilince hepsi şapa oturmuş. Çünkü Tahir Beyin şakası yok.
Diyorlardı. Ali’ye taraftar olanlar da:
- Kanı kanla yıkamaz, kanı su ile yıkarlar. Kadayıfçı bu işte insan gibi hareket etti. Haksızlığın oğlunda olduğunu anlayınca hakkın teslim eyledi. Kadayıfçı Ali tam kabadayıdır. Haksızlığın Tahir Beyde olduğunu anlasaydı iş başka türlü olurdu.
Cevabını veriyorlardı. Bir akşam Tahir yine Karlo ve Fresko ile Sandıkburnu’nda çakıştırırken Kadayıfçının oğlu Hamdi”nin masalarına doğru geldiğini gördüler.
İki Rum da bet beniz attı. Karlo, elindeki curayı bir tarafa bıraktı.
- Tahir Bey, vre... Geliyor.
Tahir aldırmadı, hatta başını çevirmedi. Karlo’ya sordu:
- Karlo! Neye bıraktın curayı?...
Karlo, cevap vermeye kalmadı, Hamdi yanlarına geldi.
- Merhaba Tahir Bey.
- Merhaba.
- Müsaade eder misin?
- Buyurun.
Hamdi, iskemleyi çekti, oturdu. Tahir, Miço’ya seslendi:
- Apostol! Gel buraya... Bak, Hamdi Efendi ne emrediyor?
Hamdi:
- Bir tek düz getir.
Tahir:
- Ulan ustana söyle. Dişe dokunacak bir şeyler göndersin. Yumruk mezesi ile mi rakı içeceğiz?
Lahzada masa donandı. Hamdi, kadehine biraz su koydu.
- Şerefinize ...
Dedi. Karlo ile Fresko da kadehleri toka ettiler.
- Afiyet olsun.
Kadehler tekrar doldu, Hamdi, bir iki öksürdü:
- Tahir Bey, dedi, babamla görüşmüşsünüz. Aramızda geçen vak’ada ben haksızlık ettim.
Tahir:
- Kafi...dedi, artık bu bahsi unutalım. Geçmişe mazi, yenmişe kuzu derler. Ne oldu ise oldu. Şimdi, içelim. Keyfimize bakalım.
Hamdi:
- Peki, dedi, fakat müsaade et de öpüşelim.
Ayağa kalktılar. Birbirlerini öptüler. Rumların memnuniyetinden ağızları kulaklarına varıyordu. Karlo :
- İşte buna kabadayılık demişler... Yaso vre Hamdi Efendi.
Diyordu. Tahir, Hamdi”nin bir nevi tarziye demek olan bu hareketlerinden memnun olmakla beraber, yinede ihtiyatı elden bırakmıyordu. Ellerini yıkamak bahanesiyle tuvalete gitti. Tabancasını el atar atmaz çekecek bir yere koydu. Fakat Hamdi, artık Tahir”e saldıracak vaziyette değildi. On sekiz yerinden aldığı yara, günlerce ölümle pençeleşmek onun maneviyatını kırmıştı. Tahir”in kolay kolay kırılacak yumuşak kabuklu bir ceviz olmadığını anlamıştı.
Sonra da yumruğuna tükürüp dünyaya meydan okuyan en azılı kabadayıları yaralanmak, yahut hapishaneye düşmek bazan yıldırır. Acem İsmail gibi karnı kesilip bağırsakları çıktıktan sonra onları tekrar karnına doldurup, elleriyle tutarak evine kadar gelen gözü ve canı pek adamlar yok denecek kadar enderdi.
Hamdi de böyle olmuştu. Babasının şöhretine güvenerek önüne gelene saldırmış, hepsini, yine o şöhret dolayısı ile sindirmiş, fakat Tahir gibi çetin cevize rastlayınca ve küçücük bir bıçakla on sekiz yerinden yaralanarak ölüme sürtünerek geçince biraz apışıp kalmıştı. Müteaddit zaferle kendilerine kabadayılık alemine mevki yapanlar bir kere mağlup olurlarsa bütün şöhretlerini kaybederler. Bundan sonra artık o bozulmuş sayılırdı. Tahir’le olan kavgasında onun hasmını yaralaması Tahir’in lehine tefsir ediyordu.
- Usturayı yüzüne yediği halde Hamdi’yi delik deşik etti.
Diyorlardı. Bu suretle Hamdi, yavaş yavaş söndü, ismi cismi de unutuldu gitti.